İÇİNDEKİLER:
ZİYA PAŞA KİMDİR? - 4
ŞİİRLERİ:
Gazel I - 9
Gazel II - 12
Gazel III - 14
Harâbât Mukaddimesi'nden - 16
Marş - 17
Şarkı - I - 19
Şarkı - II - 20
Terci-i Bend I - 22
Terkib-i Bend IV - 26
Terkib-i Bend VI - 30
Terkib-i Bend VIII - 34
Terkib-i Bend IX - 38
Terkib-i Bend X - 42
Türkü - 46
2
DÜZYAZILARI:
Anılar - 48
Mektuplar - 66
ONA DAİR:
Şair Ziya Paşa - 78
Şair Ziya Paşa'nın son günleri - 90
Ziya Paşa - 108
Ziya Paşa - 114
3
ZİYA PAŞA KİMDİR?
"Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma?
Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir."
"Lâ’net ola ol mâle ki tahsîline ânın,
Yâ dîn ola, yâ ırz u yâ nâmus ola âlet."
4
1825 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Ziya
Paşa'nın asıl adı Abdülhamid Ziyaeddin'dir.
Öğrenimine Kandilli’de başlayan şair, daha
sonra Süleymaniye yakınlarındaki Mekteb-i
Ulum-i Edebiye’de devam etti, özel derslerle
Arapça ve Farsça öğrendi.
Bir süre Sadaret Mektub-i Kalemi'nde katip
olarak çalıştı, 1855 yılında şairlikte ve
Sadaret Kalemi’ndeki başarılarını takdir
eden Mustafa Reşit Paşa aracılığıyla sarayda
Mabeyn Katipliği'ne atandı, bu sırada
Fransızca öğrendi. Ali Paşa sadrazam olunca
saraydan uzaklaştırıldı. 1861 yılında Kıbrıs,
1863 yılında Amasya Mutasarrıfı ve Meclis-i
Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye üyesi oldu. 1865
yılında Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne katıldı.
1867 yılında yeniden Kıbrıs'a atanınca Namık
Kemal ile birlikte Londra'ya kaçtı. Birlikte
Yeni Osmanlılar'ın yayın organı olan
Hürriyet gazetesini yayınladılar. Namık
Kemal'in ayrılmasından sonra gazetenin
sorumluluğunu üstlendi. 1870 yılında
Cenevre'ye gitti. Ali Paşa'nın ölümünden
sonra 1871 yılında İstanbul'a döndü.
1872-1876 yılları arasında Şurayı Devlet
üyeliği ve Maarif müsteşarlığı yaptı.
Anayasayı hazırlayan Kanun-i Esasi adlı
kurumda görevlendirildi. 1 inci Meşrutiyet'in
ilanından sonra 1877 yılında vezir rütbesiyle
önce Suriye Valiliği'ne ardından Adana
Valiliği'ne atandı.
Ziya Paşa, Namık Kemal ve Şinasi’yle
birlikte, Tanzimat’la başlayan "Batılılaşma"
hareketinin etkisinde gelişen Batılılaşma
Dönemi Türk edebiyatının ilk aşamasını
oluşturan üç yazardan biridir. Türk
edebiyatının kendi geleneğine sahip
çıkmasını isteyen, şiir ve yazı dilinin halkın
dili olması gerektiğini savunan şair kendi
eserlerinde Arapça, Farsça tamlamalarla
yüklü bir dil kullanmış, hece ölçüsüyle
yazdığı birkaç türküsü dışında bütün
şiirlerini aruz ölçüsüyle yazmıştır.
Eserlerinde hak, adalet, uygarlık, hürriyet
gibi temaları işleyen Ziya Paşa, "Terci-i
Bend" ve "Terkib-i Bend" isimli iki şiirinde
ise insanın yazgısı, gerçeği kavramanın
olanaksızlığı, Tanrı’nın mutlak egemenliği
gibi metafizik konular üzerinde durmuştur.
Düşünceleriyle yenilikçi, yapıtları ve
yaşantısıyla eskiye bağlı bir sanatçı olan şair
17 Mayıs 1880 tarihinde Adana'da yaşama
veda etmiş ve Adana Ulu Camii yanına
defnedilmiştir.
BAZI ESERLERİ:
Zafername (düzyazı-şiir, 1868)
Rüya (mülâkat,1910)
Veraset Mektupları (1910)
Eş'ar-ı Ziyâ (şiir, 1881)
Şiir ve İnşa (makale)
Defter-i Amal (anı)
Harabat (antoloji, Türk, Arap ve Fars ed.)
Çeviri:
Endülüs Târihi - Viardot
Engizisyon Târihi - Cheruel ile Lavallee
Emil - J.J. Rousseau
Tartuffe – Moliere
8
ŞİİRLERİ
GAZEL I
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler
gördüm
Dolaştım mülk-ü İslâmı bütün virâneler
gördüm.
[Müslüman olmayan ülkeleri gezdim, şehirler,
gösterişli yapılar gördüm,
İslam ülkelerini dolaştım, hep harabeler gördüm.]
Bulundum ben dahi darüşşifa-yı Babıâli'de
Felâtunu beğenmez anda çok divâneler
gördüm.
[Ben Babıali’nin iyileştiren kapısında da bulundum.
Orada Eflâtun’u beğenmeyen bir çok kendini
bilmezler gördüm.]
9
Cihan namındaki bir maktel-i âme yolum
düştü
Hükümet derler anda bir nice salhaneler
gördüm.
[Dünya adındaki toplu ölümlerin yapıldığı yere
yolum düştü.
Hükümet derler, orada nice kesim yerleri gördüm.]
Huzûr-u kûşe-i meyhaneyi ben görmedim
gitti
Ne meclisler, ne sahbâlar, ne işrethaneler
gördüm.
[Ben meyhane köşesindeki huzuru görmedim gitti.
Ne toplantılar, ne içkiler, ne içkili yerler gördüm.]
Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i
dehrin
Bu işretgeh'te ben çok durmadım ammâ
neler gördüm.
10
[Ziya, bu dünya denilen meyhanenin sarhoşlu-
ğunun başağrısı verdiği keyfe değmez.
Bu meyhanede ben çok durmadım ama neler
gördüm.]
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 82
11
GAZEL II
Âsâf'ın mikdarını bilme Süleyman olmayan,
Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan.
[Âsâf’ın değerini Süleyman olmayan bilmez, (Âsâf,
Süleyman peygamberin veziridir.)
Dünyada insan olmayan insanın değerini bilmez.]
Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvâlini,
Anlamaz hal-i perişanı perişân olmayan.
[(Sevgilinin) Saç lülesine gönül vermeyen gönül
hallerini bilmez,
Perişan olmayan perişan olanın halinden anlamaz.]
Rızkına kâni olan gerdûna minnet eylemez,
Âlemin sultanıdır muhtâc-ı sultân olmayan.
[Rızkına kanaat eden dünyaya minnet etmez,
Sultana muhtaç olmayan dünyanın sultanıdır.]
12
Kim ki korkmaz Hak'dan andan korkar
erbâb-ı ukûl,
Her ne isterse yapar Hak'dan hirâsân
olmayan.
[Kim ki Hak’tan korkmaz, akıl sahibi insanlar
ondan korkarlar,
(Çünkü) Hak’tan korkmayan her ne isterse yapar.]
İtiraz eylerse bir nâdân ZİYÂ hâmûş olur,
Çünki bilmez kadr-i güftârın sühan-dân
olmayan.
[İtiraz ederse bir cahil, Ziya sessiz kalır,
Çünkü güzel söz söylemeyen, sözün değerini
bilmez.]
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Ziya Paşa, Türk Büyükleri Dizisi: 43, S. 104
13
GAZEL III
Görmeden âsar-ı Nisanın (1) bahâr elden
gider
Güller âhir râm olur amma hezar (2) elden
gider
Nev-civan (3) sevmekte ben piranı (4) ta'yib
(5) eylemem
Hüsn olur kim seyr ederken ihtiyar elden
gider
Rızk-ı maksuma (6) kanaattir meali hikmetin
Gâh hırs-ı nev-şikâr (7) ile şikâr elden gider
Sarban-ı (8) vakt isen hazm eyle zira vakt
olur
Bir topal merkep belâsiyle katar elden gider
Kıllet-i idrakten (9) sanma Ziya'nın gayretin
Neylesin kim yer gelir sabr-ü karar elden
gider.
14
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
1. Asar-ı Nisan: Nisan ayının eserleri (Bahar
yağmurları) / 2. Hezar: Bülbül / 3. Nev-civan:
Genç, delikanlı / 4. Tayib: Ayıplamak / 5.
Piran: İhtiyarlar / 6. Rızk-ı maksum: Tan-
rının paylaştırdığı rızık / 7. Nev-şikâr: Yeni
av / 8. Sarban: Kervanbaşı, deveci / 9. Kıllet-
i idrak: Anlayış noksanlığı, akıl eksikliği.
Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 81
15
HARÂBÂT MUKADDİMESİ'NDEN
Hayriyye kemâli anda gâ'ib
Haklı görülür biraz da Gâlib
Za'fın görüb anda şîr-i nazmın
Sürmüş üzerine pîr-i nazmın
Ol şevk ile Hüsn ü Aşk'ı yapmış
Elhak Dede can külâhı kapmış
Sarfeyleyüb ana cümle tâbı
Pek şiveli yazmış ol kitâbı
Gelmişdir o şâir-i yegâne
Gûyâ bu kitab içün cihâne.
(Hârâbat, C.1, Dersaadet 1291)
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Kuğunun Son Şarkısı, S. 154
MARŞ
Feth için a'dâyı (1) fermân eyledi Sultânımız
Koymuşuzdur biz anın yoluna baş ü cânımız
Şan için bizce ne devlettir dökülmek kanımız
Kahraman bir askeriz Osmanlı'dır unvanımız
Şark u garba lerze-endaz (2) oldu sıyt (3) ü
şanımız
Din ü Devlet uğruna a'dâmıza açtık sefer
Hanumanın eyleriz bir hamlede zir ü zeber
Rehnümamızdır (4) liva-yı (5) nusret-ü feth ü
zafer
Kahraman bir askeriz Osmanlı'dır unvanımız
Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız
Bir zaman İran ü Turan oldu hep pâ'malimiz
(6)
Bir vakit Alman Macar olmuştu kendi
malimiz
Hasıl oldu saye-i şahanede âmalimiz
Kahraman bir askeriz Osmanlı'dır unvanımız
Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız
Hak bize sahib-kıran (7) bir padişah etti atâ
Bir kılı uğrunda bin bin canımız olsun feda
Hep o şahın feyz-ü ihsaniyledir kim ey Ziya
Kahraman bir askeriz Osmanlı'dır unvanımız
Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
1. A'dâ: düşmanlar / 2. Lerze-endaz olmak:
Titretmek / 3. Sıyt: Şöhret / 4. Rehnüma:
Rehber, yol gösteren / 5. Liva: Bayrak / 6.
Pâ'mal: Ayaklar altında çiğnenen / 7. Sahib-
kıran: Yıldızların yaklaştığı uğurlu zamanda
doğan.
Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 84
18
ŞARKI - I
Âşıkları inandırır
Yalan va'deyle kandırır
Bu huy seni utandırır
Çok naz âşık usandırır
Nedir senden bu çektiğim
Esirinsem ver pençiğim (*)
Bilmez misin a sevdiğim
Çok naz âşık usandırır
Mintanının düğmesin çöz
Sim tenin görsün bu göz
Eskidir söylenir bu söz
Çok naz âşık usandırır.
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
(*) Pençik: Kölelik belgesi
Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 86
ŞARKI - II
Niçin nâlendesin böyle
Gönül derdin nedir söyle
Seni ben istemem böyle
Gönül derdin nedir söyle
Kimin aşkiyle nâlansın
Kimin hicriyle suzansın
Neden böyle perişansın
Gönül derdin nedir söyle
Nedir bu sendeki hayret
Buna var bir sebep elbet
Merak oldu bana gayet
Gönül derdin nedir söyle
Havalandın bu günlerde
Ne yel esti aceb serde
Deva olmaz mı bu derde
Gönül derdin nedir söyle
20
Çekildin seyr-i gülşenden
Kaçarsın şimdi de benden
Usandım gayri ben senden
Gönül derdin nedir söyle.
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 87
21
TERCİ-İ BEND - I
Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir,
Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir.
(Çeşitli eserlerin vücuda getirildiği kâinat hayret
edilecek bir dershanedir,
[Kâinattaki] Her nakış bir ledün [Allah ile ilgili bilgi
ve sırlara ait ilim] kitabından işarettir.)
Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır,
Gûyâ içinde âdem-i âvâre dânedir.
(Felek, felaket etrafında dönen [felakete sebep
olan] bir değirmendir,
Avare insan da bu değirmenin içinde sanki bir
danedir.)
Mânend-i dîv beççelerin iltikâm eder,
Köhne ribât-ı dehr aceb âşiyânedir.
(Dev gibi kendi yavrularını yiyor,
Köhne [eskimiş] dünya konağı şaşılacak bir
yuvadır.)
22
Tahkîk olunsa nakş-ı temâsîl-i kâinât,
Ya hâb ü ya hayâl ü yâhud bir fesânedir.
(Kâinattaki suretlerin nakışları [hakkıyla]
incelense,
Ya uyku, ya hayal ya da efsane zannedilir.)
Müncer olur umûr-ı cihân bir nihâyete,
Sayfın şitâya meyli, bahârın hazânedir.
(Dünyanın işleri bir sona doğru sürüklenir
Yazın meyli kışa, ilkbaharın ise sonbaharadır.)
Kesb-i yakîne âdem için yoktur ihtimâl,
Her i’tikâd akla göre gâibânedir.
(İnsan için kesin bilgiyi kazanma [üretme] ihtimali
yoktur,
Her inanış ve kabul, akla göre görünmezdir
[gizlidir].)
Yârab! Nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâç?
İnsanın ihtiyâcı ki bir lokma nânedir.
23
(Allahım! Nedir bu ihtiyaç derdi çekişmesi?
Ki insanın ihtiyacı bir lokma nanedir.)
Yoktur siper bu kubbe-i fîrûze-fâmda,
Zerrât cümle tîr-i kazâya nişânedir.
(Bu fîrûze renkli kubbede sığınacak yer yoktur,
Zerreler [bile] bela okunun hedefindedir.)
Asl-ı murâd hükm-i ezel bulmadır vücûd,
Zâhirdeki savâb ü hatâ hep bahânedir.
(Aslında arzulanan her zamanki hükmün vücut
bulmasıdır,
Görünüşteki sevap ve günah hep bahanedir.)
Bir fâilin meâsiridir cümle hâdisât,
Ne iktizâ-yı çerh ü ne hükm-i zamânedir.
(Bir yapıcının eseridir tüm olan şeyler,
Ne talihin gereği, ne de devrin hükmüdür.)
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
(Sanatıyla, eserleriyle akılları hayrete düşüren,
Kudretiyle anlayışları aciz bırakan Allah’ı tesbih
ederim.)
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, Sh. 24,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
25
TERKİB-İ BEND IV
Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan,
Başın alamaz bir dahî bârân-ı belâdan.
(Yokluk kanıyla dolu çeşmeden bir damla içen,
Bir daha belâ yağmurundan kurtulamaz.)
Âsûde olam dersen eğer gelme cihâne,
Meydâne düşen kurtulamaz seng-i kazâdan.
(Eğer mutlu olayım dersen dünyaya gelme,
[Çünkü] Dünyaya gelen ölüm taşından
kurtulamaz.)
Sâbit-kadem ol merkez-i me’mûn-ı rızâda,
Vâreste olup dâire-i havf u recâdan.
([Bunu] Cesaretle kabullenmekte ısrarlı ol [ayak
dire].
Korku ve yalvarma çemberinden kurtulmuş
olarak.)
26
Dursun kef-i hükmünde terâzû-yı adâlet,
Havfın var ise mahkeme-i rûz-ı cezâdan.
(Kararlarında adalet terazisi elinde olsun,
Eğer mahşer gününde hesap vermekten
korkuyorsan.)
Her kim ki arar bû-yı vefâ tab’-ı beşerde,
Benzer ona kim devlet umar zıll-i hümâdan.
(Kim insanın tabiatında vefa duygusu ararsa,
[O kişi] Huma kuşunun gölgesinden fayda
bekleyene benzer.)
Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez,
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan.
(Talihsiz olanın bahçesine bir damlası düşmez,
Yağmur yerine inci ve mücevher yağsa gökten.)
Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar,
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan.
27
(Olgun olmayan kişiler fazilet sahibi kişilere
katlanamaz,
[Nasıl ki] Yarasanın gözü ışıktan rahatsız olur.)
Her âkıle bir derd bu âlemde mukarrer,
Râhat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan?
(Bu dünyada, her akıllı kişinin başında bir dert
olmasına hükmedilmiştir,
Hiç akıllı insanlar topluluğundan olan rahat
yaşamış biri var mı?)
Halletmediler bu lûgazın sırrını kimse,
Bin kâfile geçti hükemâdan, fuzalâdan.
(Bu bilmecenin sırrını hiç kimse çözemedi,
Bu dünyadan binlerce faziletli kişi ve bilgin geçti
[de].)
Kıl san’at-ı üstâdı tahayyürle temâşâ,
Dem urma, eğer ârif isen çûn ü çirâdan.
(Sanatkârın sanatını hayranlıkla seyret,
Eğer bilgili bir kişi isen, nedeni ve niçini üzerinde
durma.)
İdrâk-i me’âlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez.
(Yüce anlamları kavramak bu küçük akıl için
gerekmez,
Çünkü bu terazi o kadar ağırlığı tartmaz.)
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 17,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
29
TERKİB-İ BEND VI
Gadr ede reâyâsına vâlî-i eyâlet,
Dünyâda vü ukbâda ne zillet ne rezâlet.
(Bir eyalet valisi [bir yönetici] emri altındaki
insanlara zulmediyorsa ,
[Bu] dünyada ve ahirette ne alçaklık, ne rezalettir.)
Lâyık mıdır insan olana vakt-i kazâda,
Hak zâhir iken bâtın için hükmü imâlet?
(Hüküm zamanında insan olana yakışır mı,
Gerçek ortadayken gizli şeylere göre karar
vermek?)
Kâdı ola da’vâcı vü muhzır dahî şâhid,
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet?
(Hakim hem davacı, hem mübaşir hem şahit
oluyorsa,
O mahkemenin verdiği karara adalet denir mi?)
30
Ey mürtekib-i har bu ne zillet ki çekersin,
Birkaç guruşa müddet-i ömrünce hacâlet!
(Ey rüşvetçi eşek, bu ne alçaklık ki,
Birkaç kuruş için ömrün boyunca utanç çekersin.)
Lâ’net ola ol mâle ki tahsîline ânın,
Yâ dîn ola, yâ ırz u yâ nâmus ola âlet.
(Lanet olsun o mala ki kazanılmasında,
Ya din, ya ırz ya da namus alet edilmiş olsun.)
Âdem olanın hayr olur âdemlere kasdı,
İnsanlığa insanda budur işte delâlet.
(İnsan olanın amacı insanlara faydalı olmak olur,
İnsanda, insan olmanın göstergesi işte budur.)
İnsan, ona derler ki ede kalb-i rakîki,
Âlâm-ı benî-nev’i ile kesb-i melâlet.
(İnsan ona derler ki şefkatli kalbinde,
Çocukların elemlerini hisseder.)
31
Âdem, ona derler ki garazdan ola sâlim,
Nefsinde dahî eyleye icrâ-yı adâlet.
(İnsan ona derler ki kinden uzak durur,
Kendi benliği için bile adaletli davranır.)
Sâdık görünür kisvede erbâb-ı hıyânet,
Mürşid sanılır vehlede ashâb-ı dalâlet.
(Hainler dışarıdan bakıldığında sadık gibi
görünürler,
Sapkınlar bir an için yol göstericiymiş
zannedilebilirler.)
Ekser kişinin sûretine sîreti uymaz,
Yârab! Bu ne hikmetdir, İlâhî! Bu ne hâlet!
(Çoğu kişinin içi [ahlâkı] dışarıdan göründüğünden
farklıdır,
Allahım! Bu ne sırdır, bu ne durumdur!)
32
Ümmîd-i vefâ eyleme her şahs-ı dagalde,
Çok hâcıların çıktı haçı zîr-i bagalde.
(Her sahtekâr kişiden vefa bekleme,
Çok hacıların koltuğunun altından haçı çıktı.)
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 18-19,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
33
TERKİB-İ BEND VIII
Her şahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi
sanırsın?
Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın?
(Her dokunulmazlığı olanı Allah'a yakın mı
sanıyorsun?
Her taç giyen çulsuzu Edhem mi sanıyorsun?
[Edhem: Tacını tahtını bırakıp evliyadan olan Belh
şehri şehzadesi])
Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın,
Âdem görünen harları âdem mi sanırsın?
(Dünyayı arasan binde bir insan bulamazsın,
İnsan görünümündeki eşekleri insan mı
sanıyorsun?)
Çok mukbili gördüm ki güler, içi kan ağlar,
Handân görünen herkesi hurrem mi
sanırsın?
34
(Çok mübârek insan gördüm ki güler, içi kan ağlar,
Güler görünen herkesi mutlu mu sanıyorsun?)
Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi her yâreye merhem mi
sanırsın?
(Önce hastalığın ne olduğunu bil, sonra tedaviye
başla,
Her merhemi her yaraya merhem olur mu
sanıyorsun?)
Kibre ne sebeb? Yoksa vezîrim diye gerçek,
Sen kendini düstûr-ı mükerrem mi sanırsın?
(Kibire ne gerek var? Yoksa vezirim diye gerçekten
Sen kendini nizamın sahibi mi sanıyorsun?)
Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ,
Dünyâ sana mahsûs u müsellem mi
sanırsın?
(Ey dünyanın geçici nimet ve devletiyle iftihâr
eden,
Dünyanın sana ayrılmış olduğunu ve teslim
edildiğini mi sanıyorsun?)
Hâlî ne zaman kaldı cihân ehl-i tama’dan,
Sen zâtını bu âleme elzem mi sanırsın?
(Bu dünya ne zaman açgözlülerden yoksun kaldı,
Sen kendini bu dünyaya çok gerekli mi
sanıyorsun?)
En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
(En ummadığın senin içyüzünü keşfeder,
Sen herkesi kör, halkı sersem mi sanıyorsun?)
Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın,
Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi
sanırsın?
(Bir gün gelecek sen de perişan olacaksın,
Ey gonca bu topluluk hep böyle [yanında] olacak mı
sanıyorsun?)
36
Nâ-merd olayım çarha eğer minnet edersem,
Cevrinle senin ben keder etsem mi sanırsın?
(Korkak olayım eğer bu çarka [döngüye] minnet
edersem,
Senin zulmünden kederlendiğimi mi sanıyorsun?)
Allah’a tevekkül edenin yâveri Hak’dır,
Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır.
(Allah'a güvenenin yardımcısı Allah'tır,
Hüzünlü olan gönül bir gün gelecek bahtiyâr
[mutlu] olacaktır.)
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 19-20,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
37
TERKİB-İ BEND IX
Pek rengine aldanma felek eski felekdir,
Zîrâ feleğin meşreb-i nâ-sâzı dönekdir.
(Dünyanın rengine pek aldanma, dünya yine eski
dünyadır,
Çünkü dünyanın uygunsuz tabiatı dönektir.)
Yâ bister-i kemhâda, yâ vîrânede cân ver,
Çün bây ü gedâ hâke berâber girecekdir.
(İster ipekle döşenmiş yatakta, ister harap bir evde
can ver,
Çünkü zenginlerle fakirler toprağa aynı şekilde
[eşit] girecektir.)
Allah’a sığın şahs-ı halîmin gazabından,
Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.
(Allah'a sığın uysal kişinin öfkesinden,
Çünkü yumuşak huylu atın çiftesi serttir.)
38
Yakdı nice cânlar o nezâketle tebessüm,
Şîrin dahi kasd etmesi câna gülerekdir.
(O kibarca gülümseme nice canları yaktı,
Aslanın can alması da gülerek olur.)
Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma?
Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir.
(Özü kötü olan insanlara hiç giydiği üniforma
[makam, yetki] soyluluk verir mi?
Altından yapılmış semer vursan eşek yine eşektir.)
Bed-mâye olan anlaşılır meclis-i meyde,
İşret güher-i âdemi temyîze mihekdir.
(Mayası kötü olan içki meclisinde belli olur,
İçki insanın cevherini [özünü] ortaya çıkaran
[ayırdeden] bir işarettir.)
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr,
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir.
39
(Nasihat ile yola gelmeyeni azarlamak gerekir,
Azar ile uslanmayının [ise] hakkı dayaktır.)
Nâ-dânlar eder sohbet-i nâ-dânla telezzüz,
Dîvânelerin hem-demi dîvâne gerekdir.
(Cahiller cahillerin sohbetinden zevk alır,
Çılgınların yakın arkadaşlarının da çılgın olması
gerekir.)
Afv ile mübeşşer midir ashâb-ı merâtib?
Kânûn-ı cezâ âcize mi hâs demekdir?
(Makam mevki sahibi olanlar af ile müjdelenmişler
midir,
Ceza kanunu aciz olanlara mı mahsustur?)
Milyonla çalan mesned-i izzetde ser-efrâz,
Bir kaç guruşu mürtekibin câyı kürekdir.
(Milyonla çalan yüksek makamda başı dik
dolaşır[ken]
Birkaç kuruşu zimmetine geçirenin cezası kürek
mahkûmu olmaktır.)
Îmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda,
Nâmûs u hamiyyet sözü kaldı fukarâda.
(İnanç ve din zenginlerde akçe oldu,
Namus ve hamiyyet [namusu korumak için
gösterilen gayret] sözü fakirlerde kaldı.)
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 20-21,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
41
TERKİB-İ BEND X
İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı,
Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı.
(Yükselmek, iyi bir makama gelmek için dostlarını
çekiştirmek yeni çıktı,
Önceleri bilmezdik, bu beceri yeni çıktı.)
Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı,
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı.
(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi,
Namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı.)
Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet,
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı.
(Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu,
Gönül dostlarından yabancılara şikayet yeni çıktı.)
Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu,
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı
42
(Sâdık olanları aşağılama ve reddetme kural haline
geldi,
Hırsızlara ikram ve yardım etmek yeni çıktı.)
Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi,
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı.
(Gerçi doğruyu söyleyenler daha önce de nefretle
karşılanıyordu,
Lakin hainlere tâbi olmak yeni çıktı.)
Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât,
Elfâz ile terfîh-i ra'iyyet yeni çıktı.
(Bütün düzenlemeler yazılı sayfalarla [belgelerle]
ilan olunur,
Söz ile maiyetindekilerin terfi ettirilmesi yeni çıktı.)
Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi,
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı.
(Güçsüz olanın en temel hakkı saklanır,
[Ancak] Himaye görenleri her yerde korumak yeni
çıktı.)
İsnâd-ı ta'assub olunur merd-i gayûra,
Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı.
(Gayretli kişiler taassubla suçlanır [ken],
Dinsizlerin düşüncelerine paye vermek yeni
çıktı.)
İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki,
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı.
(Devletin yükselmesine ayak bağı olan İslamiyet
imiş,
Önceden yoktu, bu söylenti yeni çıktı.)
Milliyyeti nisyan ederek her işimizde,
Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı.
(Millî benliğimizi unutarak, her işimizde,
Batılıların fikirlerine tabi olmak [uymak] yeni çıktı.)
Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık,
Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık.
44
(Eyvah bu oyunda bizler yine yandık,
Çünkü kayıp ortada, bilmem biz ne kazandık.)
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 21,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
45
TÜRKÜ
Akşam olur, güneş batar şimdi buradan;
Garip garip kaval çalar çoban dereden.
Pek körpesin, esirgesin seni yaradan,
Gir sürüye kurt kapmasın, gel kuzucağım;
Sonra yârdan ayrılırsın, ah yavrucağım!.
Çünkü mevlam kul eyledi sana özümü,
Bastığın yerlere sürsem yüzümü;
Uyma ağyarın fendine, dinle sözümü.
Gel sürüye kurt kapmasın, gel kuzucağım;
Sonra yârdan ayrılırsın, ah yavrucağım!.
Dağları duman bürüdü, ağyar seçilmez;
Avcı yolda tuzak kurmuş yâra geçilmez,
Vefasızın meclisinde bâde içilmez.
46
Gel sürüye kurt kapmasın, gel kuzucağım;
Sonra yârdan ayrılırsın, ah yavrucağım!.
Ziya Paşa
(1825 - 1880)
Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 83
47
DÜZYAZILARI
ANILAR
Benim babam, Galata gümrüğünde kâtip ve
işini gücünü iyi bilir, göreviyle yetinir bir
muhasipti. Benim çocukluğum sırasında yaz
kış Kandilli'de otururduk. Benimle birlikte
okula gidip gelmek, hem de evin sokak
işlerini görmek için on yedi on sekiz
yaşlarında Ömer adında bir köle almıştı.
Köle, ınemleketinde hırsızlıkla eğitildiğinden
kiraz, üzüm mevsimlerinde beni bağlara
götürür, kendisi eli yetiştiği meyvelerden
çalardı; birlikte yerdik. Aşağı yukarı altı yedi
yaşlarında idim. Bir gün köle ile birlikte bir
önceki Kapudan (Kaptan) Damat Halil
Paşa'nın Kandilli üzerindeki bağlarından
"Havuzlubağ" derler bir bağa gittik. Bağın
çevresi dikenli çalılarla korunmuş olmakla
köle bir giriş yeri bulup da giremedi. Elin-
deki sopa ile çalıları aralayarak güçlükle bir
küçük delik açabildi. Bana seslenerek:
"Ben buradan sığamam, sen küçüksün, içeri
gir, yakındaki kütüklerden üzümleri koparıp
bana ver, birlikte yiyelim." dedi. "Peki"
dedim, içeri daldım ve üzüm devşirmekle
meşgul oldum. Meğer rahmetli Halil Paşa, o
49
sırada nişan atmak için bağa gelmiş, nişan
testisi rasgele benim çapul ettiğim yere
konulmuş olduğundan beni görmüş.
Rahmetli'nin dairesi kavaslarından Kandillili
Ahmet Bey derler koca bıyıklı bir kavası
vardı ki her rastladıkça bıyıklarından
korkardım. O gün Paşa'nın yanında bulun-
muş ve Paşa beni ona gösterip yanına götür-
mesini tembih ile göndermiş.
Ben ise dünyadan habersiz, durmadan
salkımları koparıp çalı arkasından köleye
vermek ile meşgul iken, ansızın arkamdan
biri gelip kucağına kaptı ve korkutmayarak,
bilmem ne sözlerle bana güven verip teselli
ederek Paşa'nın yanına götürdü. Önünde
duran birkaç tabak üzümü benim önüme
sürüp yemek teklif eyledi. Onun bu okşar-
casına davranışı, korkuyu ve utanmayı
büsbütün giderip teklifsiz yemeğe başladım.
Kimin çocuğu olduğumu, evimizin ne yanda
olduğunu sordu. Ben de söyledim. Niçin
üzüm çaldığı sorunca, hiç gizlemeyip kölenin
yönergesini olduğu gibi anlattım. Benim
dürüst ve saf davranışım besbelli rahmet-
linin hoşuna gitti; zira, elime bir çok para
verdi ve Ahmet Bey'e teslim ile evimize
gönderdi.
Ne gariptir ki, rahmetlinin son kapudan-
lığında, kader gereği o ulu kişinin hizmetinde
bulundum. Bir gün Saray-ı Hümayun'a geldi.
Kendisiyle sohbet ederken hatırıma gelip:
"Bundan on altı, on yedi sene önce Kandil-
li'de, Havuzlubağ'da nişan atmak esnasında
iken, yeşil cübbe giymiş bir çocuğu üzüm
çaldığı sırada görüp Kavas Ahmet Bey ile
tutturarak getirtip ödüllendirdiğiniz hatıra
gelir mi?" diye sordum.
Rahmetli Paşa, son derece kavrayışlı ve zeki
olmakla derhal hatırladı ve "o çocuğa hâlâ
acırım; zira, babası her kim ise, yanına hırsız
bir köle katmıştı. Yoksa çocukta asla kötü-
lüğe anıklık görmedim. Çünkü, hiç gizle-
meden bana anlattı ve pek hoşuma gitti.
Sonra Ahmet Bey de çocuğu doğruladı.
"Lakin, o çocuğu, bu olayı siz nereden
biliyorsunuz." dedi.
Ben de cevabımda: "İşte o gün sizin bağı-
nızdan üzüm çalarken yakayı ele veren ve
layık olmadığı halde kendisine iyi davran-
dığınız çocuk saklandı ve karşınızda yine
güler yüz görüyor; yani ben kulunuzum."
dedim.
Ben bunu söyler söylemez sanki hırsızlığı
kendi etmiş gibi aşırı utancından kızardı ve
bana teşekküre meydan vermeyip, beni
iltifatlara boğdu.
Bu köleyi biraz vakit sonra rahmetli babam,
özgürlüğüne kavuşturup memleketine
gönderdi. Beni de o sırada rahmetli
İmamzade'nin gözetiminde Süleymaniye
52
yöresinde yeni açılmış olan "Mekteb-i
Edebiyye"ye verdi ve eğitimime bakmak için
İsmail Ağa adında elli beş yaşlarında bir lala
tuttu.
Bizim lala Kayseriye kazası içinde Efke
köyünden olup yeniçeri devrinde taşra
vezirlerine içağalığı etmiş, çok şey görmüş,
oldukça dünyayı anlamış gerçekten pişkin ve
eğitim görmüş, çocuklarına düşkün bir
adamdı. Şu kadar ki, gece ve gündüz dert ve
fikri beş on kuruş kazanıp bir gün önce
memleketine gitmek ve son günlerini çoluk
çocuğuyle birlikte geçirmekten ibaret
olmakla, para konusu gelince, lala her türlü
insanlık yaşamını unuturdu.
Örneğin, rahmetli babamın, lalaya ve bana
birinci tavsiyesi, cami avlusuna gidip
çapkınlarla oynamamak iken her gün
okuldan çıkıldığında arkadaşlarımla birlikte
biz, soluğu Süleymaniye Camisi çevresinde
alırdık. Eğer lala biraz titizlik edecek olursa,
babamdan aldığım gündeliğimden cebimde
kalan yirmi para, yahut otuz, kırk parayı
eline sıkıştırırdım. O anda yüzü gülüp:
"Haydi, ben ikindi namazını kılmadım, sen
biraz oyna, ben de namazı kılayım." derdi. Ve
namazdan sonra çoğunlukla son cemaat
yerinde uykuya varıp, bir iki saat beni kendi
halime bırakırdı. Sonra, döneceğimiz sırada
niçin geciktiğimizi, eğer babam sorarsa
ikimizin cevabı bir olmak için, birlikte yalan
hazırlardık.
Durum böyle olmakla birlikte, lalam beni
dersime devam ve sınıfımdaki çocuklardan
ileri gitmem için isteklendirmekte elinden
geldiğince geri kalmazdı. Hatta, şiirler
düzmeğe başlayışım, o adamın özel çabası ve
bir şaşılacak rastlantı ile olduğundan,
burada anlatmaya yarar dışı göremem.
Bizim lalanın şiire çok düşkünlüğü vardı;
hatta kendisinin yazısı güç okunur derecede
imlasız olduğu halde, Aşık Ömer ve Gevheri'
nin yapıtlarından ezberlediği beyitleri, ilgili
ilgisiz sıra getirip okur ve arasıra, kendi de
kıta ve gazel gibi şeyler yapıp içinde ölçülü
olanları bulunurdu. Bu başlangıç onun
gazelindendir:
Derûnum derdin arz ettim bu kırtasa
kalemlerle
Görelim ne zuhûr eyler ne söyler gonca
femlerle
Okula İsa Efendi adında bir Farsça
öğretmeni atanmıştı. Her hafta salı günü
gelirdi. Çocukların bazıları ondan ders
alırlardı. Lâkin benim okula gönderileceğim
vakit rahmetli babamdan: "Sakın olmaya
Farsi okuyasın; zira, her kim okur Farsi,
gider dinin yarısı." diye alışmış olduğum
nasihat kulağıma küpe olduğundan,
Farsçaya heves şöyle dursun, okuyanlara
dinsiz gözüyle bakardım.
55
Lala, bu durumu anlayınca, gizlice bana
Farsçanın her şeye gerekli olduğunu ve dine
dokunmaksızın okunması mümkün oldu-
ğunu ve her Farsça okuyan dinsiz olmayıp
hatta İsa Efendi pek dürüst ve dinine bağlı
bir adam olduğunu ve kendisi bile vaktiyle
okumadığına pişman olup şimdi elinden
gelse ak sakalıyle okuyacağını ve eğer ben
okumazsam, sınav sırasında arkadaşla-
rımdan geri kalacağımı ve babamın bana
böyle demesi, kendinin Farsça anlama-
dığından olmakla, eğer ben şimdi ondan
gizlice öğrenecek olursam, hem babamı
geçmiş, hem de sınavda birinci çıkıp onu
sevindirmiş olacağımı öyle bir dille anlattı ki,
artık Farsça okumağı iyice zihnimde
kararlaştırdım ve sanki gizli bir suç işler gibi
okulun demirbaş kitaplarından bir Tuhfe-i
Vehbi alıp o hafta derse başladım.
İyice hatınmdadır ki, henüz Tuhfe'yi
bitirmemiştim, bir gece lala ile beraber
karşılıklı oturup el değirmeni ile bulgur
öğütüyorduk. Değirmeni çevirirken sıra
bana geldi. Ben çevirmekle uğraşırken
gördüm ki lala gözlerinden yaş döküp
durmadan ağlıyor. Nedenini sordum.
Cevabında, "Sen daha çocuksun, anlaya-
mazsın." dedi. Ben direndim, sonunda âciz
kalıp: "Bu değirmen hâl diliyle ne diyor,
biliyor musun?" dedi.
Ben değirmenin lakırdı söylediğini o vakte
kadar duymadığımdan şaşkın şaşkın lalanın
yüzüne baktım, "Aman, değirmenin nasıl
lakırdı ettiğini bana söyle." diye zorlamaya
başladım. Lala içten bir ah çekerek: "Evet,
değirmen söyler; fakat onları duymağa kulak
ister. İşte bu değirmen hâl dili ile diyor ki:
Ey bana bakıp duran gafiller, gözlerinizi iyice
açın, bana iyice bakın; çünkü ben bu
dünyanın bir örneğiyim, bana koyduğunuz
buğdaylar da dünyaya gelen insanların
tıpkısıdır. Konulan taneleri iki taşın arasında
yuvarlaya yuvarlaya kırıp ufaltırım ve
istenilen olgunluğa geldiklerinde bulgur
olurlar, onları dışarı atarım, yeni gelenlerle
uğraşırım. Nitekim, dünya da kendine gelen
insanları yer ve gök arasında çeşitli belâlar
ve sınavlarla ezip geçirip olgunluğa yani her
kişi kendi kaderi olan duruma eriştiğinde
mezara gönderir, öbürleriyle uğraşır. Hatta,
bu anlam üzerine şöyle bir şiir hatırıma
geldi ve şimdi hiç düşünmeden dizdim." dedi
ve:
"Asyâbı devreden ahenge nazar kılmışım."
dizesiyle birkaç beyit okudu. Yazık ki, öbür
mısralar hatırımda kalmadı.
Ben bu sözün anlattığı şeyi kavrayacak yaşta
olmadığımdan âsyâbın (değirmenin) böyle
güzel söylenmesinden çok, lalanın erdem ve
olgunluğuna vuruldum. Asyab ve ahenk
kelimelerinin anlamını kavramakla Farsça
okumağa zevk ve hevesim bir kat daha arttı.
58
Ve lalanın kaşını eğerek, büyük bir zevkle ve
bilmediğim bir biçimde okuduğu şiirin edası,
anlamından çok hoşuma gidip, şiiri bana
öğretmesi için yalvarmağa başladım.
Lala, cevabında: "Şiir dedikleri kimi kişilere
özgü bir Tanrı vergisidir; eğitim ve kendine
iş edinmekle olmaz. Eğer yüce Tanrı, sana da
böyle bir alın yazısı yazmış ise şair olursun
ve illâ hiç bir nedenle bu şerefi elde ede-
mezsin. Hoca Numan Efendi, her bilimde
uzman, derya gibi bir kişi iken şiir söyleye-
biliyor mu? Bak, İsa Efendi, Farsça’da biricik
iken şiir yeteneği var mı? İşte şiir bir Tanrı
vergisidir, bilim ile ele geçmez." dedi.
Bunu duyar duymaz, sanki içimde küllenmiş
bir ateş kümesi varmış da körüklenmiş gibi
kendimde bir coşup kaynama hissettim.
Yerimde durmağa gücüm kalmadı. Değir-
meni bıraktım, ağlayarak lalanın boynuna
sarıldım ve şiirin nasıl söylendiğini mutlaka
bana öğretmesi için yalvardım.
Lala, aşık ve bağrı yanık bir kimse idi. Bana
acıyarak baktı ve gönül alan bir davranışla:
"Sende bu aşk ve heves oldukça, umarım ki
şair olursun." dedi. Ve şiir denilen bildiğimiz
söz olup, yalnız aruz vezinleri dedikleri
"failatün, mefâilün"lerin sesli ve sessiz-
lerinin uygun olmasını ve dizelerin sonunun
birbirine uygun olması gerekeceğini bildiği
kadar tanımladıktan sonra: "Madem ki şiire
hevesin var, önce yazacağın nazım, yomlu
(uğurlu) olsun diye Peygambere bir na't
olsun. Haydi, bu gece çalış. O yolda bir şey
yapıp yarın bana göster. Uymayan yerlerini
düzeltiriz. Böyle böyle sen de şair olursun."
dedi ve rediflerinin "yaresulallah" olmasını
salık verdi.
Ben o sevinç ile merdivenleri dört el ile
çıkarak odama koştum, kapıyı kapadım,
önüme bir tabaka kağıt koydum; hemen
kalemi elime aldım. Sanki zihnimde yığılmış
kalmış birçok şeyler yazacaktım. Düşün bre
düşün. Aklıma bir şey gelmez. Vezin, aruz
nerede? Gelişigüzel kelimeler bile, bizi tutup
da zorla vezin zincirine bağlayacak korku-
suyle zihnimden kaçarlardı. Sonucunda
belleğime hiç bir söz getiremedim.
Böylelikle sabah oldu. Gözüme bir an uyku
girmedi. Nasıl olursa olsun dedim. Kağıda
birkaç saçmasapan şeyler yazdım; fakat
satırlarm sonlarına "yaresulallah" redifini
katmada kusur etmedim. Bunları birkaç kez,
tekrar tekrar okudum ve kendimce hepsini
ölçülü ve pek güzel buldum. Yalnız anlam hiç
aklıma gelmedi.
Ortalık ağarır ağarmaz sevinerek, lalanın
odasına koştum ve henüz yatağından
kalkmış, aptes alırken yakaladım ve bir zafer
kazanmışçasına kağıdı eline tutuşturdum.
Lala bir kez gözden geçirdi. Kağıdı yine bana
verdi ve gülümseyerek: "Bu da fena değil
ama, şiirde vezin, her satırın sesli ve
sessizlerinin birbirine uygun düşmesi,
demektir. Bunun ise kimisi 'fâilâtün', kimi
'müstef'ilün' olduğundan başka hiç birinden
bir anlam çıkmıyor. Kelimeler birbirine
dargın öküz gibi bakıyorlar; yalnız, bu gece
dediğim yolda söylemeğe çalış, yarın
göreyim." dedi.
O zaman ben de şiirimi tekrar okudum.
Lala'nın dediği kusurların hepsini gördüm.
Artık ders kimin umurunda. Şair olmak
bence cihana sahip olmaktan değerli oldu-
ğundan, o gün akşama dek okulda şiir
düşündüm. Cami avlusunda ceviz oynarken
yine şiir tasarladım. En sonunda o gece de
sabahlara dek uğraşarak bir şey karaladım.
Ertesi gün lalaya gösterdim. Lala kağıda göz
gezdirirken yüreğim oynadı. Acaba ne
diyecek, diye gözlerinin içine bakardım.
Bilmem beni teşvik için miydi, yoksa
gerçekten, ölçüsü, anlamı var mıydı? "Aferin,
artık şair olacağında hiç kuşkum kalmadı.
Baban değil, artık kim engellerse engellesin,
korkmam." dedi.
62
Birkaç gün gündeliğimden arttırıp lala ile
birlikte gizlice sahaflara gittik. Bir Aşık
Ömer mecmuası aldık. Geceleri onun
okunmasıyle meşgul olurdum. Pek az
süreyle lalanın okuduğu ve yaptığı şiirlerin
ölçüsüz düşenlerini ayırt etmeğe ve hatta
okuduğum Aşık Ömer ve Gevheri şiirle-
rinden beğendiklerime nazireler bile
söylemeğe başladım. Yalnız anlam yönüne
çokluk aklım ermezdi. Ta ki, rahmetli Fatin
Efendi ile görüştüm.
Ben kendimi olmuş bitmiş, sanatçı bir şair
ve Aşık Ömer Hazretlerini cihana dengi ve
benzeri gelmemiş derya gibi bir üstat sanıp
dururken Rahmetli Efendi'nin uyarıları, bu
eksiğimin tamamlanmasına neden oldu.
Şimdi eğer vezinli söz söyleyene şair demek
doğru ise, bu ilgiyle bizim lalanın çabası ve
bana verdiği eğitimle, ben de şair oldum.
63
İşte eğer köle bizde kalıp da ben onunla
daima düşüp kalkmış olsa idim başı açık bir
hırsız olmazsam da, onurlu görünen çalıp
çırpıcılardan biri bulunurdum. Eğer lalanın
iyiliği üstün gelmeyip de yalnız paraya gönül
bağlayıp da kendi isteklerime bırakıverseydi,
ben şair olmadıktan başka baldırı çıplak bir
tulumbacı olurdum.
Ah İstanbul'daki lalaların hepsi bizim İsmail
Ağa'ya benzeseler yine çocuklara ne mutlu.
Her ne denli olgun bir insan olmazlarsa bile
şair olurlar. Lakin, onların birtakımı para
konusunda tıpkı İsmail Ağa'ya benzerler;
yalnız, ne eğitici yönleri, ne de bu yönde
çabaları vardır. Birtakımı da o bizim önceki
kölenin yaşlılarıdır. Tanrı, çocukların
yardımcısı olsun. Zira, elin bağından üzüm
çalan her çocuk, şansı yardım edip de
padişahın hizmetine erişemez ve Emile
kitabını çevirip, önceleri kendi işlediği
64
hataları, insanlara ibret verecek örnek
olarak, ortaya dökemez..."
Sadeleştiren : İbrahim Olgun
İsmail Hikmet Ertaylan,
Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü 1925, I, 179
ZİYA PAŞA
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Mart 1972, S: 246, S. 476-480, Anı Özel Sayısı
65
MEKTUPLARI
- I -
HÜRRİYET GAZETESİNİN ÇIKIŞINI
KUTLAMA MEKTUBU
Hürriyet Gazetesinin birinci sayısını pek
övünerek okudum. İnsanın yaradılışının
gereği ve insan topluluklarının ilerlemesinin
ve mutluluğunun vasıtası olan Hürriyet
66
sayın adıyle adlandırılmasından, anlamının
da vatanımıza girmesine alet olacağını hayra
yorarak kutlama görevini yerine getirmekte
acele ettim.
Hürriyet (özgürlük) ne güzel Tanrı nimetidir,
eğer kötüye kullanılmazsa ; hürriyet tutsak-
lıktan zararlı olur, ölçülülüğü aşarsa.
İnsanoğlu yaratılalı, yeryüzünün her
yanında türlü türlü biçim ve kılıkta türlü
türlü hükümetler kuruldu. Her ulusun
ülkesel eğitimine göre sahip olduğu âdetlere
ve ahlâka uygun çeşitli kanunlar yapıldı. Hiç
bir çağda hiç bir ulus görülmedi ki, düzen-
lenmiş ve düzenlenmemiş bir kanuna bağlı
olmayarak bir arada geçinsin. Vahşilerde bile
kanun değerinde kendilerine özgü birçok
âdetler bulundu. Demektir ki, hürriyet,
kanunlara bağlılıkla birlikte bulunur.
67
Bu devirde hürriyet düşünceleri yatağından
taşmış bir sel gibi dünyanın her yanına öyle
yayılmaktadır ki, hapis, sürgün ve belki
öldürme gibi, zalimlerin kullanmaya alışık
oldukları savunma vasıtaları onun önüne
engel olamaz. (...)
Nitekim Roma ve Yunan'ın ilk zamanlarında
nice fedailer bu yolda baş verdiler. Nitekim
İngiltere ve Amerika ve Fransa'da nice bin
yurtsever kimseler zindanlarda ve sürgün-
lerde ve cellat ellerinde yok oldular. Nitekim
bunların bir örneği bizim memleketimizde
dahi görüldü. Hürriyetten yana olanlar, ki
yönetim biçiminin değiştirilmesini isteyen-
lerdir, kimi işten çıkarıldı, kimi hapis, kimi
sürgün edildi. Lâkin ne başka yerlerde
eskiden yapılan şiddetler hürriyetin
doğmasına engel alabildi, ne de bizde
yapılan şeyler hürriyet isteğini ahalinin
gönlünden çıkarabildi. Belki ilerlemesine
yardım etti. (...)
68
Doğruluk bir kuvvettir ki, gerçekte hiçbir
silah ile o yenilemez. Bize rakip ve karşı olan
Babıâli, elinde maliye hazinesi, devlet gücü,
kişisel ün, tecrübe ve bilgi eskiliği, gerekince
yalan söylemek, utanmamak gibi birçok
savunma aleti ve yok etme araçlarına sahip
olduğu halde bunlara karşı doğruluktan
başka bizde karşı kuvvet var mı idi? Babıâli
bütün silahını aleyhimizde kullandı, yine bizi
direnme meydanından bir adım ayırama-
dıktan başka kendi yenilgisini ister istemez
ilan etti. Çünkü herkes biliyor ki, biz yürür-
lükteki yönetimin çağımıza uygun olma-
dığından değiştirilmesi gerektiği iddiasıyle
meydana çıkmıştık.
Babıâli, yönetimin sürüp gitmesini korumak
için bizi ezmeye çabaladı. Sonunda, "Kırmızı
Kitap"ta, yönetimin değiştirilmesi gerektiğini
itiraf ile birlikte, eksikliklerin tamamlan-
masını dahi üstüne aldı. Bununla, bizim
iddia ettiğimiz şey tanıtlandı. Temelde
anlaşmazlık kalmadı. Bundan anlaşılıyor ki,
Babıali'nin çıkarlarına karşı yapılan bu
değişiklikler, yalnız Yeni Osmanlılar'ın
giriştikleri anlaşmazlık ve uyarı usulünden
meydana geldi.
Bellidir ki, Yeni Osmanlılar'ın kullandıkları
doğruluk ve haklılığı göstermek için bu ana
kadar hizmet eden ve meşrutiyet usulünün
ve siyasal özgürlüğün meşruluğu sorununu
söz konusu edip kanıtlayan yalnız Muhbir
idi; şimdi ise, Hürriyet dahi meydana
geldiğinden, Muhbir'in tutmuş olduğu
meslekte bunun dahi kamuca kabul edilerek
maksadın elde edilmesine yardımcı olaca-
ğına şüphe edilemez.
Ben "Yeni Osmanlılar", yani devletin ve
vatanın şimdiki yönetimi dolayısıyle uğradığı
tehlike ve zararların sonuçlarını dehşetle
görüp iyileştirici ilaç arayanların sırasında
bulunmakla övündüğümden, böyle yararlı
bir yapıtın vücut bulmasından doğan sevinç
ve övüncümü kalemle bildirmeye gücüm
yetmez. Hemen Tanrı, memleket ve ulusu-
muzun mutluluk ve kurtuluşu uğrunda
çalışanları yardımıyle şereflendirsin ve
yalnız kişisel çıkarları için uğraşanları ezip
tepelesin âmin!
Fi 12 Rebiülevvel sene 1285
Sadeleştiren: Cevdet Kudret
Hürriyet gazetesi, 16 reblülevvel 1285 /
26 temmuz 1868, no. 2; Ebüzziya Tevfik:
Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye, 6. baskı,
1329, s. 300-304
- II -
TURABİ EFENDİ'YE (1)
Sayın kardeşim efendim hazretleri,
Suavi Efendi hala Marsilya'dadır. Ulûm
gazetesini sürdürüyor. Fakat tabiatı
gereğince biraz söz dinlemiyor. Geçenlerde
eğlence için birkaç gazel söylemiş ve
eğlensin diye kendisine göndermiştim.
Hemen gazeteye koymuş. Kendisine bir
mektup yazdım ve canımın sıkıldığını
söyledim. "Aman, gazeller pek güzel
olduğundan dayanamadım" diye cevap
yazdı. Dileğim şikayet değildir, fakat bunlar
yüce gözünüze iliştiğinde eğer bendenizin de
gazetede karışma oyum var gibi anlaşılırsa,
gerçeğin bu yolda olduğunu bildirmektir. Ne
ise, zavallı, gücü yettiği kadar çalışıyor.
Keşke öyle birkaç zat daha olsa.
Bir vakitten beri ünlü Jean Jacque
Rousseau'nun çocuk eğitimi üzerinde Emile
adındaki kitabını çevirmeğe uğraştığımdan
ve bunun bazı yerleri bizim İstanbul çelebi-
lerinin işlerine uymadığından orada
basılması zor olacak gibi görüyorum. Acaba
Mısır'daki Bulak Basımevinde bastırılma
olanağı var mı?
72
Burasının lütfen araştırılmasırn pek rica
ederim. Eğer olabilirse, kitap epey büyük
olduğundan ve şimdiye kadar dörtte bir
kadar yeri çevrilmiş bulunduğundan hemen
gönderirdim. O basılıp tamam oluncaya
kadar bir dörtte biri daha yetişirdi. Bu kitap
yüce zatlarınca görülmüşse, ulusa ne kadar
yararlı bir şey olduğunu siz dahi değerlen-
dirirsiniz. Bendeniz İstanbul'da iken bir gün
Âli Paşa'ya bu kitabı çevirme niyetinde
bulunduğumu söylemiştim. "Eğer siz
çevirirseniz ben de düzeltmesine yardım
ederim, çünkü pek severim. Bundan daha
yararlı bir kitap olamaz. Fakat çok incele-
meye ve çok çalışmaya bağlıdır" demişti. O
sırada felek yardım etmedi. Tanrı'ya şükür,
bu aralık sıkıntılardan kurtulmuş oldu-
ğumdan başardım ve eğer basılması
müjdesini alsam bir kat daha hevesimi
artırırdı. Herhalde çaba ve yardımınıza
muhtaçtır. Bir de eğer "Hükümetçe basılma,
masrafı gerektireceğinden etraflıca
düşünmek gerekir" denirse bendeniz kendi
hesabıma olarak bastırmaya da hazırım.
Eğer isterseniz "zât-ı devletleriyle" ortaklaşa
bastıralım. Her ne yolda emir buyurulsa
lütfen bildiriniz. Burada her zaman
bulunduğum yerde oturmaktayım efendim.
Fi 27 Ramazan sene 87
Ziya
Hem de adı geçen çeviride adım olmadı-
ğından kimin yapıtı olduğu bilinmez. Bundan
dolayı, sanıma göre, politikaca bir sakınca
olamaz. Bu durum bir kere Paşa hazretlerine
açılsa ve bir de basımevi müdürü Rasih
Efendi görülüp lâkırdı edilse nasıl olacağı
anlaşılır. Eğer orada basılması uyamaz ise
şimdilik vazgeçeriz. İleride icabına bakarız.
(1) Türabi Efendi, Mısır Hıdivi İsmail Paşa'nın
adamıdır. Yeni Osmanlılar'ı Avrupa'da
toplayıp Babıâli ile savaşlarına paraca
yardımcı olan Prens Mustafa Fazıl Paşa
İstanbul'a gidip (1867) Babıâli ile anlaştıktan
sonra, Yeni Osmanlılar'a bir süre için
hükümeti eleştirmemelerini, yoksa paralarını
keseceğini bildirmiş; bunun üzerine, Namık
Kemal, Paşa'nın isteğine uyup Hürriyet'ten
ayrılmış, Ziya Paşa ise savaşı sürdürmüş;
anlaşmayı bozan Mustafa Fazıl Paşa yerine,
onun kardeşi Mısır Hidivi İsmail Paşa'dan
yana olmuş ve onun paraca yardımıyle, söz
konusu gazeteyi 65. sayıdan 100. sayıya
kadar ilkin Londra'da, sonra da Cenevre'de
yayınlamıştır.
Sadeleştiren: Cevdet Kudret
M. Kaya Bilgegil: Ziya Paşa Üzerine Bir Araştırma,
Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum 1970, s.
392-393).
- III -
TÜRABİ EFENDİ'YE
75
Sayın kardeşim efendim hazretleri,
Son olarak Suavi Efendi aracılığıyle sundu-
ğum mektubun cevabını alamadığımdan
daha önceki merakım çoğalıp iki gün önce
bir mektup daha göndermiştim. Hele hamd
olsun ki fi 19 muharrem sene 87 tarihli
mektuplarını bugün alıp çok sevindim. (...)
Emile'in oraca basılması bazı nedenler
yüzünden uyamaz ise zararı yoktur. Başka
yolda çaresi bulunur. Bu kitabı çevirmekten
asıl maksadım, "Bu gibi edebiyat ve bilgelik
ile ilgili yabancı kitapların Türk diline akta-
rılması olanaksızdır" diye, şimdiye kadar hiç
bir işe yarar kitap çevrilmiş olmadığından,
bunun olabileceğini ispat ile birlikte, dili-
mizde bir yeni çeviri yolu açmak ve bir de
bizde çocuk eğitimi ve ahlâk yolu pek
yüzüstü bırakılmış olduğundan, onu
uyandırıp din ve ulusa bir hizmetten
ibarettir. Umarım ki İstanbul'daki kurul çok
sürmeyip değişir. O zaman bunun basılması
orada pek kolaylıkla olur. (...)
Bize iyi gözle bakan zatların hepsine içten
sevgilerimi sunduğumu bildirmeğe yardım
etmenizi rica ederim. Her halde lütuf ve
iyilikseverlik kardeşim efendimindir.
Fİ 25 Zilhicce sene 87
Ziya
Sadeleştiren: Cevdet Kudret
M. Kaya Bilgegil: Ziya Paşa Üzerinde Bir
Araştırma, Erzurum 1970, s. 396-398
ZİYA PAŞA
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Temmuz 1974, S: 274, S. 104-108
Mektup Özel Sayısı
77
ONA DAİR
ŞAİR ZİYA PAŞA
Ölümünün 72 nci Yıldönümünde
Resmi ve hususi hayatını şiirlerine tama-
miyle aksettiren şairlerden biri de Ziya
78
Paşadır. Paşa, memuriyet hayatının bütün
safhalarında bahtsız ve mustariptir. Onun
için:
Bi-baht olanın bâğına bir katresi düşmez
Bârân yerine dürr-ü güher yağsa semâdan
der. Bu sabahki bahtsızlığının acısını ve
ıstırabını şiirleriyle tadile çalışır. Duyduğu,
söylediği, bizzat yaşadığı hayatın inikas-
larıdır. Onu anlamıyanlar, sadece ihtiras-
larının mağduru ve mazuru saymak gibi
peşin hükme kapılırlar. Paşada filvaki nazarı
dikkati çeken bir yukarılık duygusu vardı.
İlmine, iktidarına güvenirdi, idari kabiliyeti
inkâr edilemezdi.
Devlet idaresini ellerinde tutan muasır-
larının kendisinden üstün meziyet ve iktidar
sahibi olduklarını kabul etmezdi. Onlarda
icaplara uymak, yani bir nevi uysallık vardı.
Bunun için mevkilerini tahkim edebiliyor-
lardı. Aleyhlerinde tecelli eden hâdiseleri
fevre uyarak incelemek istemez, biraz da
zamandan istifade, etmek isterlerdi. Zamanı,
gelince de harekete geçmeyi bilirlerdi.
Onların kışın uyuyan, yazın sokanları da
vardı:
Mâr-ı sermâ-dîdeye Rabbim güneş
göstermesin!
Paşanın kalemindeki iktidara, nefes
aldırmayan hicivlerine karşı onların da
ekran arkasında rolleri, hele bir zülfikar gibi
kullanmak istedikler dedikoduları vardı. Paşa
cepheden hücum eder, onlar arkadan
hançerlerdi. Horatius, keder atımızın
terkisine binip bizimle beraber gelir der.
Istırap Paşanın atının terkisinden inmemekle
kalmadı, Paşa atsız, resmi adsız kaldığı
zaman dahi onu bir gölge gibi takip etti.
Paşanın Esad Muhlis Paşa'ya ait olduğunu
söylediği, hakikatte ismi edebiyat tarihlerine
geçmemekle beraber başlı başına bir kıymet
olan ve genç denecek yaşta veremden ölen
Ali Âlinin şu rengin ve zengin beyti sanki
biraz da Ziya Paşa için söylenmiştir:
Neşve tahsil ettiğin sağar de senden
gamlıdır
Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfurdan
Ziya Paşanın şiirlerinde o ahları, hiddeti,
şiddeti, isyanı, tevekkülü, tahakküm ve
tehekkümü tamamiyle hissedersiniz. Bazan
mihnet ve haksızlık karşısında bir sabır stajı
yapmak ister ve o zaman şöyle der:
Sabr et ister isen hüsn-ı mükâfat
Fikr eyle ne zulm eylediler Yûsûf’e ihvân
Bazan kendini her türlü cefa ve belâya karşı
metin göstermek ister biraz mütevekkil olur,
ümidlenir ve o zaman da şöyle der:
Nâmerd olayım çerhe eğer minnet edersem
Cevrinle ben keder etsem mi sanursun
Allaha tevekkül edenin yâveri haktır
Nâşâd gönül bir gün olur şâd olacaktır.
Sonra içini bir nevi huzura götürmek ister,
başka bir hükme varır ve hasmın sitem ve
cevrine karşı şöyle haykırır:
Bir gün gelecek sen de perişân olacaksın
Ey gonce bu cemiyeti her dem mi sanursın?
Sonra hislerini birden mahmuzlar ve
hasımlarının bitmiyen tezvir ve iğvaları
karşısında bunalır, ellerini semâya kaldırır
ve Tanrı’ya şöyle hitap eder:
Zalimleri adlin ne zaman hâk edecektir
Mazlumların çıkmadadır göklere âhı
Ziya Paşanın muarızlarına hücumda haklı
veya haksız olduğu üzerinde durmıyacağız,
bu ayrı bir mevzudur. Paşanın yaşadığı
müddetçe mustarip olmasını hazırlıyan iki
büyük hatâsı vardı: Biri hakikî dostlarını
tanıyamaması, dost sandığı bedhahlar
makûlesine açılması, ikincisi de ağzında
bakla ıslanmamasıdır.
Şimdi söyliyebiliriz ki Zîya Paşanın çektikleri
biraz da dilindendir.
Şairi ve devrinin mücadeleci fakat her
mücadelesinde bir az daha mağlûp ve
mağmum düşen devlet adamını hayatından
çıkaralım. 1825 de İstanbulda dünyaya geliş,
devrinin rüştiye tahsili, buna hususî tahsil
ilâvesi, genç yaşında Divan Edebiyatı son
temsilcileri Leskofçalı Galip, Hersekli Arif
Hikmet, Nevres, Yenişehirli Avni, Üsküdarlı
Hakkı ile temas, bunun neticesi harabat
âlemine düşme, Mustafa Reşit Paşanın onu
bu hayattan kurtarması, otuz yaşında
Mabeyn kâtipliği ve Fransızca öğrenmek,
Sadrâzam Âli Paşaya karşı o tarihten
başlamak üzere vaziyet almak, zaptiye
müsteşarlığı, Atina sefirliği, Kıbrıs muta-
sarrıflığı, Bosna teftişi, Meclis i Vâlâ azalığı,
daavî nazırlığı, Amasya mutasarrıflığı,
hakkında tahkikat açılması, Caniğe nakil,
Parise seyahat için Âli Paşadan izin istemek,
buna mukabil tekrar Kıbrıs mutasarrıflığına
tayin emri, bu vazifeye gitmemek, Yeni
Osmanlılar Cemiyetine iltihak, Prens
Mustafa Fazıl Paşanın teklifini kabul, Namık
Kemal ile Parise firar, Hürriyet gazetesinde
Âli Paşaya hücumlar, Âli Paşanın ölümünden
sonra İstanbula dönüş, tekrar vazife,
tahkikat azil, Abdülâzizin hal’inden sonra
maarif müsteşarlığı, Suriye Valiliği, Adana
Valiliği, üzüntü ve hastalıklar ve 17 Mayıs
1880 de Adana'da elli beş yıllık dağdağalı bir
hayatın ebedî sükûna kavuşması...
Birkaç gün daha yaşasaydı yine bir talih-
sizlik yüzünden perişan olacak, mühür-
darının yaptığı yolsuzluklar kendisine isnat
edildiği için yeni bir tahkikat ile karşıla-
şacaktı. Zira Paşa öldüğü gün müfettiş Hacı
Akif Efendi de tahkikat için Adana'ya
geliyordu. Hazin bir tecelli!..
Devlet adamı.. Şair..
Ziya Paşayı devlet adamı ve şair olarak iki
ayrı bölümde incelemek lâzımdır:
Devlet adamı Ziya Paşa, vazifesinin ehli;
müdir ve muktedirdir, fakat müdebbir
değildir. Lüzumsuz mücadele için cidal açar.
İkbalde biraz mağrur ve mütehakkim.
idbarda tamamiyle âsi ve mütehakkimdir.
Kendisine müteveccih bütün kötülüklerin Âli
Paşadan geldiğine kat’iyetle inanmıştır. Bu,
onda sabit bir fikir halindedir. Âli Paşayı
rüyasında görse uykuya bile lanet eder.
Ziya Paşa hür fikirlidir, zekidir, fakat
düşmanlarının kurnazlığını mağlûp etmek
için zekâsını vasıta yapmak tenezzülünde
bulunmaz. Sabır ve tahammül Ziya Paşanın
idare hayatında en uzak dostlarıdır. Bunun
için hayal kırıklıkları, ruhi ihtibaslar Ziya
Paşayı zaman zaman sarsar, şair Paşa o
zaman kalemine sarılır, yazar, yazar,
mısralarında hayatının saatlerini saymak
mümkündür. İşte devlet adamı Ziya Paşa
budur.
Şair Ziya paşada biz üç Ziya Paşa görüyoruz:
1 — Paşa divanı ile orta halli bir divan şairi
durumundadır, yalnız gazelleri onu bu
durumdan biraz kurtarır, zira onlarda sosyal
mevzulara şöylece bir temas vardır.
2 — Terkip ve terciibentleri ile Ziya Paşa
hakikaten kuvvetlidir. Terciinde şark
felsefesi, İslâm görüşü, Batı zihniyeti
aralarında köprü kurmaktadır. Bu eserinde
bazı felsefî serpintiler var fakat bunların
hepsini bir araya getirseniz felsefî bir görüş
ve düşünüş bulamazsınız. Ziya Paşa yalnız
bir yelkenli ile felsefe kıyılarından geçmiştir.
86
Paşa terkibinde: "Ey saki can mayası olan ve
itâbe uğrayanların aklına huzur ve sükûn
veren içkiyi getir. O içki kemal sahibi
olanların gönlüne cilâ olur, pişkin
olmıyanların aklına da ziyan verir" mânasına
gelen mısralarla başlar. Ziya Paşa terkibinde
tasavvufa iltica eder, İslâm tarihinden söz
açar, âdil ve zalimleri anlatır, cehalet, zulüm
ve zulmetten şikâyette bulunur. Terkipte dil
ve fikir kuvvetlidir.
3 — Üçüncü Ziya Paşayı Zafername adlı
kasidesi ile tahmisinde ve şerhinde
görüyoruz.
Âli Paşa 1868 de Girit isyanını bastırmağa
memur edilmişti, bu vazifede muvaffak
olamadı, üstelik Belgrat da Sırplara verildi.
Âli Paşanın başarısızlığı. Ziya Paşa için bir
hiciv mevzuu oldu. Kin ve adavetin nasıl
şaha kalkabileceğini kasidenin ve tahmisinin
mısralarında görmek mümkündür.
87
Hürriyet ve meşrutiyet için çalışan Ziya
Paşa apayrı bir şahsiyettir, 0nun bu yoldaki
çalışmalarında isabetleri kadar hatâları da
vardır.
Paşanın telif ve tercüme eserlerinden
burada ayrıca bahsetmek istemiyoruz. Zira
bu eserler Ziya Paşanın şahsiyetine büyük
bir şey ilâve etmemişlerdir,
Zafername ve şerhinin 1908 de basılan
nüshasının kabında Ziya Paşanın güzel bir
resmi ve resmin altında da şu kıt’ası var:
Cism i zârım hâkte pinhân olunca isterim
Bir zaman olsun Ziya âlemde nâmım pâydâr
Siyretim asâr-ı hâmemden kılınsun içtihâd
Suretim bu resm ile kalsun cihanda yadigâr
Ölümünden bu yana yetmiş iki yıl geçti. Ziya
Paşa Tanzimat edebiyatının kuvvetli
şahsiyeti olarak bugün de yaşıyor, hem adı,
amansız hasım bildiği Âli Paşanın adından
daha çok zikredilerek!. Ziya Paşanın hayatta
mağlûp edemediği düşmanını acaba zaman
mı mağlûp etti dersiniz?...
3. 6. 1952
RİFAT NECDET EVRİMER
Taha Toros Arşivi, 1640810
89
ŞAİR ZİYA PAŞA'NIN SON GÜNLERİ
Şair Ziyaya dair bir çok yazılar yazılmış ve
kitaplar çıkartılmıştır. Fakat bunlar ne de
olsa paşanın umumî ve resmî hayatı ile
edebiyattaki mevkiini tayinden ibaret
eserlerdir.
90
Fakat müdhiş bir hastalığın musallat olduğu
hayatının son günleri, Adana vilâyetindeki
ölmez eserleri ve her an yaşayan hatıraları
çoğumuzun meçhulüdür.
Yılların unutucu ve nankör varlığına
bunların teslim edilmesine hangi gönül razı
olur. İşte bu düşünce ile onu iki yıl süren
valiliği ve Adanada yaptığı işler hakkında
yaptığımız uzun tetkik geçen senenin bu
günlerinde (Türksözü) sütunlarında on
nüshada tefrika edilmişti. Bu yıl da büyük
Şairin son günlerini kısaltarak okuyucu-
larımıza sunmayı bir vazife bildik.
Ziya Paşa ciğerlerinin yarasile Adanaya
geldiği zaman kendisini kısmen edebiyattan
uzaklaştırmıştı. Hastalıkla geçen günlerinin
verdiği ıstırabı yenmekle uğraşıyordu.
Denilebilirki derin ve felsefî fikirlerini
mısralaştırmakta hiç bir engel tanımıyan bu
büyük şair, Adana valiliği sırasında hemen
hemen şiirlerle uğraşamadı.
Fakat hastalığiyle boğuşan benliği yine de
güzel sanatların yaratılmasına amil olmaktan
geri kalmadı.. Yazmadı; fakat söyledi..
Anlattı... Yaptı.. Belki pek az söyledi: Fakat
bu azın içinde çoğu anlatabildi.
Yarım asır evvelki devrin taassubunu bir
zincir gibi boynuna geçiren cemiyetin küflü
pencerelerini nurlandırmakta şair Ziya
hakikaten bir "ziya" oldu.
İçindeki yenilik ve sanat aşkını açığa vurmak
ve tatbik etmek için Adanayı müsait buldu
ve birçok dedikodulara ve hücumlara, saraya
şikâyetlere rağmen yılmadı; tuttuğu yoldan
dönmedi.
92
Zaten onun yaratılışı da yaptığını bırakmaz
ve söylediğini yapar bir insan meziyetini
taşıyordu.
Sırası gelince anlatılacağı gibi güzel
sanatlardan tiyatroyu Adana sahnesine o
getirdi.
Garbi ve medeniyeti yalnız dili ve dini başka
olduğu için ebedî bîr düşman addeden o
günün zihniyetine bir darbe indirdi. Ve her
memurun Fransızca öğrenmesi için hükümet
konağında bir dershane açtırdı.
Uçsuz , bucaksız Adana ovasından (Seyhan)
nehrinin sessiz akışına o susmadı.. Yağmur-
suzluktan ve kuraklıktan ektiklerini bile
biçemiyen çifçinin göz yaşına o da ağladı .
Fennî kanallar açtırarak Seyhanın
(Çukurovayı) sulamasını ve buraya verilen
(Altınova) vasfının bihakkın yaşatılmasını
istedi . Bir kanal projesine teşebbüs etti .
Fakat bu emeline kavuşmadan öldü.
Yağmur duasına çıkanları - Seyhan Nehrini
göstererek - ince bir şâir zekâsiyle ve
nüktesiyle takbih etti.
Elli yedi yıl evvelki Anadoluyu düşünürseniz
paşanın tiyatroyu ve garp lisanını yaşatmak
hususundaki yeniliğinin kaldırılır bir hareket
olamıyacağını takdir edersiniz.
O Paristen dönünce bilgisi , görgüsü artan
mütefekkir sıfatiyle bir şeyler yaratmak
istiyor, fakat içindeki alevlerin pek azı
kıvılcım halinde mutaassıbların kafalarını
süngülüyordu. Asıl değerli alevleri, hastalıkla
boğuştuğu gecelerin karanlığında sönüp
gidiyordu.
Paşa hastalığa karşı mütehammil
görünüyordu ki son iki yılki ömrünü sırf bu
anud tahammülüne verenler çoktur .
İçinde bir çok şeyler kaynayan fakat
hastalığı ve muhiti dolayısiyle pek az iş
yaptığından öfkelenen şâir son günlerde bu
içtimaî arzularının ikmalini göremediği için
sinirlendi.
Hattâ o kadar ki hükümet konağındaki
odasına girebilenler, büyük bir korku ile bu
işe teşebbüs ederlerdi. Şâiri hastalığı belki o
kadar üzmezdi fakat yaratmak istediği
yeniliklerin pek azını yapmağa muvaffak
olduğu için içinden yaralandı. O, memleketin
dertlerini derin gözleriyle incelemiş ve bu
yaraları sarmağı içten istemişti.
Son aylarda bilgisini böyle işlere hasret-
mişken ömrü bunları başarmağa kâfi
gelmedi ecel onun en hassas yerine
pençesini attı.
Nihayet bir gün yeni adımlar attırdığı
Adananın ılık havası içerisinde binlerce kişi
onu Ulucami mezarlığına göz yaşları yalnız
Türk edebiyatının büyük üstadına , değerli
bir ahlâk ve terbiye hocasının kaybına değil,
aynı zamanda yenilik bayrağını çeken bir
başın yokluğu için dökülüyordu.
Büyük şâir öleli bu gün elli yıl oluyor. O
gündenberi hatıralarının bir yazı haline
sokmağı sonsuz bir zevk olarak benimsedik,
bu acı satırlar aynı zamanda o feylesof
şâirin ince ruhunu yad edebilirse duyulacak
kıvanç cüretimizin çok üstünde olacaktır .
Adanaya 1844 yılından itibaren eyalet valileri
tayin edilmeğe başlamıştır. İlk eyalet valisi
Arif Paşadır.
Arif Paşadan Ziya Paşaya kadar yirmibir Vali
değişmiştir. Ziya Paşa Adanaya geldiği
zaman Adana defterdarı Hakkı, Mektupçü
Nazım, merkez naibi Haydar, müftü Sadık,
idare meclisi azaları da Hacı Mustafa
Fazlullah, Ahmet Tevfik, Ermeni mümessili
Artin, Katolik mümessili Kegork, mektubî
kalemi mümeyyizi Admi, Ticaret mahkemesi
reisi Hilmi idi.
O devirde Adanada üç tanınmış şair vardı.
Bunlar Yegenağa zade Hakkı, Hacı Nuri, ve
Hacı Talib zade Mustafa idi. Bu şairlere
çocuk yaşta olmakla beraber zaman Ziya
Paşaya kuvvetli bir hicviye yazıp Paşanın
takdirini kazanan Adanalı şair Ziyayı da ilâve
edebiliriz.
Bu şairler Ziya Paşayı Bozantı nahiyesinin
yakınındaki (Hayvabeyi) hanında Adana
mümessillerile birlikte karşıladılar. Evvelâ
şair Mustafa heyecanla kudumiyetini
okumuştur. Bu kaside okununca Paşanın
yorgunluktan sinirli yüzü yumuşamış ve
kudmiyeyi bir kere de kendisi eline alarak
içinden okumuş sonra şairini takdir ve tebrik
etmiştir.
Paşanın bu iltifatından cesaret alan diğer
şairler de kudumiyelerini okumuşlarsa da
aynı teveccühü bulamamışlardır. Bundan
muğber olan Hakkı derhal şehre gelerek
büyük duvarlara iri harflerle "Ziyası kalmadı
mülkün gelince paşası" şeklinde bir kıta
yazdırmıştır. Ziya Paşa bu kıtaya sinirlenmiş
ise de epcetle kendisinin Adanaya tayin
tarihi çıktığı için şairini tecziye etmemiştir.
Ziya Paşanın Adanada ilk işi hapisaneyi
teftiş etmek oldu. Gülek nahiyesinde halkı
dalâlete sevk suçuyla dört senedenberi
hapisanede bulunan Hoca İbrahim Rüştü ve
avenesini huzuruna çağırdı Ziya paşa. Hoca
ile dinî bir münakaşaya girdi ve sonra onu ve
avenesini salıverdi.
Gülekli İbrahim Rüştü o sıralar seksen
yaşında vardı. Toroslarda 70 - 80 sene evvel
onun şöhreti bir evliya şöhretine yakındı.
İstanbulda, Mısırda, Mekke ve Medinede
uzun müddet müderrislik yapmış ve kuranı
nazmen Türkçeye çevirmişti.
İbrahim Rüştüyü Ziya paşa Gülek nahiyesine
salıverdikten sonra bunun binlerce halkı
delalete düşüreceğini tahmin ederek
nahiyeye tam teşkilatlı bir mektep açtırmak
suretiyle halkın tenevvür etmesini tensip etti
ve bu hâdiseyi Babialiye bildirdi. Derhal
İstanbuldan muallimler gelmişti..
Ziya Paşa Adanada ilk defa tiyatro binası
yaptırarak kumpanya getirtti. Ve halka
sahne zevkini tattırmak için memurların
tiyatroya devamını mecburi kıldı. Fakat bu
tiyatro uzun müddet yaşamadı. Ziya Paşa
aynı zamanda memurlara mahsus Fransızca
kursu açtı ve lisanın ehemmiyetini onlara
anlatan toplantılar tertip eyledi.
Paşanın her yeni hareketini benimsemiyen
muhalif kafalar vardı. Bunlar - yukarıda da
izah edildiği gibi - Ziya Paşanın huzurunda
tenkidde bulunmazlardı. Şairin hilkatı ve
asabiyeti buna müsait değildi. Muhalifler
yalnız kahvelerde toplandıklarında bu yeni
fikirli Şair Valinin aleyhinde atıp tutarlardı.
99
Ziya Paşa memlekette muhalif partileri
susturmağa, mütegallibeleri darbelemeğe ve
her aykırı hâdiseyi yatıştırmağa çalıştı. Her
fırsatta bunlara güzel dersler vermekten,
darbeler indirmekten hâli kalmıyordu.
Bir zamanlar Şair Hakkının hicivleri ağızdan
ağıza dolaşmıştı. En nihayet Hakkı aynı
zamanda Hamid idaresini hiciv eyleme-
sinden dolayı da susturulmuş ve İstanbula
sürgün edilmişti.
Böyle bir baştan mahrum kalan muhalifler
mutlak surette Ziya Paşayı asabileştirmek ve
yeni hareketlerinin önüne geçmek istiyor-
lardı. Bunun için de çocuk denecek bir yaşta
bulunan Adanalı Şair Ziyayı yakalayıp bir
hicviye yazdırdılar.
Nihayet Şair Adanalı Ziya yazdığı kudretli
hicviyesini bir gece Paşanın evinin kapısına
atarak kaçtı.
100
Sabahleyin kapı önünde bulunan bu kâğıt
parçası Vali Şair Ziya Paşaya verildi. Öfkeli
bir çehre ile imzası meçhul hicviyeyi okuyan
şair derhal zabıtaya bu cüretkârın bulun-
masını emreyledi.
Memleket birbirine karıştı. İki gün devam
eden sıkı bir araştırma yapıldı. Kahveler ve
toplantı yerleri basıldı. En sonra bir ip ucu
yakalanarak hicviyeyi yazan Adanalı Ziya
bulundu.
Bir sabah suçlu sıfatiyle Adanalı Ziya Vali
Şair Ziyanın huzuruna çıkarken yiyeceği
kuvvetli tokatları düşünüyordu.
Titreyerek içeri girdiği zaman Şair Ziya Paşa
Adanalı Ziyayı süzdü. Ve hicviye yazılı kâğıdı
göstererek :
- Bunu sen mi yazdın küçük? dedi.
Aldığı cevap:
- Evet ben yazdım... oldu.
Bu cevabı veren genç o anda ceza olarak ana
yurttan sürgün olarak uzaklaştırılacağını
veya senelerce hapishane köşelerinde
çürüyeceğini tahmin ediyordu.
Fakat hiç te umduğu gibi bir netice çıkmadı.
Şair Ziya Paşa:
- Aferin evlâdım.. Sende büyük bir istidat
var. dedi.
Ceza yerine takdir alan ve bu neticeden
afallaşan Adanalı Ziya ellerini uğuşturmağa
başladı...
Vali derhal şu teklifi de ekledi:
- Seni tahsil için İstanbula gönderirsem
gidermisin? Kabiliyetini burada körletme...
102
Bunu Paşanın ağzından işitmek inanıl-
mıyacak bir definenin bulunuşu idi.
Karşısmdakinden ölüm, darbe bekliyen
Adanalı Ziya bir iki gün sonra Vali Ziya Paşa
tarafından Îstanbula tahsile gönderildi.
Ziya Paşa nafıa işlerine de çok ehemmiyet
verdi. Şimdiki köprünün sağ ve solunda
korkuluklar yoktu, onları ilâve eyledi. Misis
köprüsünü tâmir etti. Karataş şosesini
yaptırırken yarım kaldı.
Ziya Paşanın ölümü:
Vazifesindeki gayretinden hasıl olan
yorgunluk Paşayı çek sarsmıştı. Eski
rahatsızlığı ilerlemişti.
1880 yılının Mayıs başından itibaren evinden
çıkmadı. Uzun ihtimamlara rağmen
kurtulamadı.. Ve 17 Mayıs 1880 de öldü.
Adanalıların göz yaşları arasında Ramazan-
oğullarının yaptırdığı meşhur Ulu cami
mezarlığına gömüldü. Aynı mezarlıkta 1871
yılında Adana Valisi iken ölen Süleymaniyeli
Ahmed Paşanın da mezarı bulunmaktadır.
Ziya Paşanın Adana Valiliği bir sene on bir
ay ve yirmi yedi gün devam etmiştir.
Mezar taşı:
Ziya paşa 17 Mayıs 1297 (1880) yılında
ölmüştü. Bazı edebiyat kitapları Paşanın
Bursada öldüğünü ve oraya defnedildiğini
yazmak gibi bir hataya düşmüşlerdir. Şem-
seddin Sami, İbrahim Necmi, Tahirilmevlevi
dahi hataya düşenler arasındadır.
Pek yakın bir devirde ölen şairin mezarının
önünden hâlâ Adanada her sabah binlerce
kişi geçmektedir . Ve mezar taşı çarşıya
karşıdır. Ölümünün Bursa ile hiç bir alâkası
yoktur.
104
Ziya paşanın öldüğü zaman Türkiyede
bulunan şairler ölümüne tarih yazama-
mışlardı. Bu hâdise çok garibtir. Düğünler,
doğumlar ve daha küçük hâdiseler için bir
çok beyitler yazıldığı bir devirde koca şairin
ölümü için bir tarih bulunamaması cidden
acıdır!
Bu sebebledir ki mezar taşında şu satırları
görüyoruz:
"Adana Vilâyeti valisi Abdulhâmid Ziyaeddin
Paşa merhumun fazlü kemali âsarile müsbet
ve ulüvvi kadrini beyan ve tavsifte zebani
üdebayı zeman bi kudret ve tarihi vefatını
nazımda şuarayı benamı Osmaniyan izhari
aciz ve hayret eylediklerinden 97 senesi
cemaziyel âherinin 8 inci pazartesi günü
gülşen sarayı bakaya azimet eylediklerini
vilâyeti mezkûre vergi müdürü Esseyid
Hasan Riza nesren bu veçhile tahrire içtisar
eyledi."
105
İşte bu mezar kitabesi bize o devir şair-
lerinin acizlerini anlatmaktadır.
Bunun hem Adana, hem edebiyat namına bir
noksan addeyleyen Adanalı Kâf zade Yusuf
İzzet , Ziya Paşa'nın ölümüne güzel bir tarih
tanzim eylemiş, hattâ belediyede bunun
merhum şairin mezar taşına yazılması teklif
edilmişti. Fakat bugüne kadar böyle bir iş
yapılmış değildir.
Mamafih mezar taşına nesren yazılan
kitabe, ölüm yılında yazılmış ve şairlerinin
acizlerini de göstermiş olması itibariyle
ayrıca bir değer kazanmaktadır .
Bu yüzden eski kitabeyi bozmak hiç te doğru
olamaz. Edebi bir hâdisenin pozu demek
olan o nesir kitabenin müstakbel nesil
tarafından eski şekli ile görülmesi edebî
şeniyete daha uygun olacaktır.
106
Mamafih Adananın eski bir muharriri olan
Kâf zade Yusuf İzzetin bulduğu tarihin de
ayrıca bir değeri vardır . Bu kıta da edebiyat
müntesibleri tarafından unutulmamalıdır .
Dedim mucemle tarihi üfulün
Ziyası gitti vallahi zemanın
TAHA TOROS
Taha Toros Arşivi, 517089
107
ZİYA PAŞA
Tuhaf bir raslantı Ziya Paşa diye ün salmış
olan şairimizin kafa kâğıdında yazılı adı
Abdülhamit Ziyaettin’dir. Padişah Abdül-
hamit, şair Abdülhamit’e çok çektirmiştir.
Bazı şairler vardır, şiirlerindeki dizeler birer
atasözü imiş gibi dilden dile dolaşır. Ziya
108
Paşa, işte bunlardan biridir. Köken olarak
Erzurumlu oluyorlar, ama Ziya Paşa İstanbul
doğumludur. Babası, Galata Gümrüğü
kâtiplerinden Ferdettin Efendi Erzurum-
ludur. O zaman gümrük kâtibi olmak,
bugünün gümrükçülüğü gibi bir şey olacak
ki ailenin hali vakti yerindedir. İlk öğrenimini
Bayazıt Rüştiyesi’nde yapmış, bununla
yetinmeyerek özel öğretmenlerden Arapça
ve Farsça dersleri almıştır.
Şairliğe çok küçük yaşında Âşık Garip, Âşık
Kerem, Âşık Ömer, Aşık Gevheri gibi halk
şairlerinin şiirlerini okuyarak heves etmiştir.
Bu hevesini ‘Harabat’ın sözünde şöyle
belirtir:
“Onbeşte değildi sünnü salim / Kimi nazm
ile vardı iştigalim / Mevzun söze can verirdi
güşum / Eş’ar okusam giderdi huşum."
Daha on beşinde yokken şiirle uğraşmaya
başlamış. Şiire öylesi tutkunmuş ki uykusu
geldiğinde bir şiir okudumu hemen açılırmış.
Âşık Garip'i okuyor, Âşık Kerem’e yanıyor,
Âşık Ömer’i okuduğunda da onun ‘uçkur’
sözüne şaşıp kalıyor.
Divançeme onları yazardım
Mümkün olsa taşa kazardım
Kim şi’rime atsa tane taşı
Uğrardı benimle derde başı
Hicv idi muarıza cevabım
Şemşir-i zeban idi kitabım.
Şanslı ve korunandır; gencecikken ‘Babıâli
Sadaret Mektubî Kalemi’nde görev almıştır.
Burada döneminin edebiyatçılarını ve ilerde
başbakanlığa kadar yükselecek olan yönetici
gençleri tanımış, arkadaşlık etmiştir. Reşit
Paşa tarafından Sarayda ‘Mabeyn Kâtip-
liği'ne atanmıştır. Bu görevinde Padişah
Sultan Aziz’in özel söyleşilerinde bulunacak
kadar sevilmektedir.
110
Genç yaşta padişah söyleşilerine katılmak ne
demektir? Ali ve Fuat paşalar bu ilişkiyi
çekememişler, padişaha gammazlamışlar,
görevinden uzaklaştırmışlardır. Biraz şu bu
görevlerde oyalanmışsa da bir daha padişah
katına yanaştırılmamıştır. 1867 yılında Kıbrıs
mutasarrıflığına atanmışsa da gitmemiş, çok
sevdiği Namık Kemal ile birlikte Mısırlı
Mustafa Fazıl Paşa’nın desteği ile Avrupa’ya
kaçmıştır.
Padişah Abdülaziz’le arası iyiyken söyleşir-
lermiş. Güreşe meraklı, pehlivan yapılı, bir
oturuşta bir kuzuyu bana mısın demeden
gövdeye indiren padişahla acaba ne konu-
şurlardı? O ne derdi, öteki ne yanıt verirdi?
Bir yazan olsaydı öğrenirdik.
Abdülaziz Fransa’ya gittiğinde Fransız
hükümeti ülkesinde siyasal göçmen olan
Ziya Paşa’yı ve Namık Kemal’i sınır dışı
etmiş, onlar da Londra’ya sığınmışlardı.
Londra’da padişah kalabalığın arasında iki
fesli adam görür: "Bunlar kim?" diye
sorduğunda mabeynci, "Mısırlı.." diye
geçiştirir. Acaba padişah yutar mı?
Abdülaziz’in ölümünden sonra Murat’ın
tahta çıkışında mabeyn başkâtipliğine
yeniden getirildi. Bu görevi, Murat’ın tahta
çıkışında parmağı olduğu için vermişlerdi.
Ancak bu görevde çok kalamadı, Namık
Kemal’in Magosa sürgününden alınmasını
istediği için uzaklaştırıldı.
Murat’tan sonra tahta geçen Abdülhamit,
bunların hepsini biliyordu. Şairle hem iyi
geçinmek istiyor, hem de el altından nasıl
kurtulacağını hesaplıyordu. İlk işi onu vezir
rütbesiyle Suriye valiliğine göndermek oldu.
Burada üç buçuk ay kaldı. Bu kez başarı
sağlayamadı diyerek, Konya valiliğine
gönderdiler.
Abdülhamit’in Abdülaziz’i tahttan indi-
renlere kini ve öfkesi bitmiyordu. Şairi
Konya’dan alıp bu kez Adana’ya vali atadı.
Bu sırada Paşa ya değil de Paşa’dan
yakınanlara kulak verdi. Yakınmaları ince
elemek sık dokumak üzere bir kovuşturma
kurulu gönderdi. Bu kurulun yetkileri ara-
sında Paşa’yı gerekirse işten uzaklaştırma
da vardı.
Yönetimde uzun yıllar saç sakal ağartmış
olan Paşa, bunun ne demek olduğunu çok iyi
bilirdi. Bir kıyıya çekildi. Çok içiyordu, siroza
yakalanmıştı, bir süre sonra öldü (1880).
Mezarı Adana’da Ulu Camii avlusundadır.
Her dizesi birer özdeyiş, birer atasözü gibi
geçerli olan Ziya Paşa’nın taşlamasından
kimse yakasını kurtaramaz. Dili keskindir,
taşlaması bağış tanımaz. Hicivleri yenilir
yutulur gibi değildir.
MEHMED KEMAL
Cumhuriyet, 7 Mayıs 1985, S. 8
113
ZİYA PAŞA
Ziya Paşa’nın vefalı torunlarından biri, bu
değerli Tanzimat edibinin doğum gününü
tesbit etmiş. Paşa, bundan 130 yıl evvel, bir
13 şubat gününde doğmuş. Ben bu vesikayı
görmedim. Fakat böyle bir haber vesilesiyle
Ziya Paşa’yı, hele onun bazı güzel sözlerini
hatırlamakta özel zevk duyuyorum.
114
Gençliğinde bir Divan şairi olarak yetişen
Ziya Paşa, bu büyük edebiyata onun
yıpranmış hattâ yıkılmış bir devrinde
başlamıştı. Divan edebiyatı artık büyük
âlimler elinde değildi. Zira Divan şiirinin
belli başlı şairleri aynı zamanda devirlerinin
kudretli âlimleridir. O şiir, geniş bir ilme
dayanmadan büyük şiir olamazdı. Bu, yarı
şifahi yarı kitabî bir ilimdi. Okunan ve
duyulanların hafızalarda sağlam kayıtlar
halinde yaşaması özel bir hâfıza terbiyesine
dayanıyordu.
Fakat bu tarzın ne de olsa yanıldığı zamanlar
vardı. Nitekim Ziya Paşa vesikalara
dayanmak ve mutlaka en doğruyu söylemek
endişesine düşmezdi. Uzun zaman Avru-
pa'da bulunmasına rağmen temas ettiği
mühim mevzulara fazla nüfuz edemeyişi
bundandır. Türkçeyi üç dilden mürekkep bir
"karma lisan" sanması; tamamiyle millî bir
buluş ve söyleyiş olan "şarkı" tarzını, hele
115
onun bilhassa Nedim tarafından söylenmiş
hârikulâde yerli ve millî bedialarını milliye-
timize yabancı sayması bu zihniyetin
icabıdır.
Bununla beraber devrimizin bu noktalarda
hâlâ aydınlanmamış zihniyetleri yanında o
mevzuları o kadar hassasiyetle ele alan Ziya
Paşa yine ne kadar büyüktür.
Geçenlerde Adana lisesinden bir okuyucum,
Paşa'nın Şiir ve İnşâ makalesindeki bir
noktaya takılmış, haklı bir tenkitte bulun-
muştu. Dokunduğu nokta Ziya Paşa’nın,
bizim şiirimiz "Hoca ve Itri gibi mûsikî -
şinâsânın rabt-ı makamât eyledikleri Nedim
ve Vâsıf şarkıları mıdır? Hayır.." cümlesidir
Genç okuyucum: Hoca, XIV.; Itrî, XVII.;
Nedim, XVIII.; Vâsıf ise XIX. asırlarda
yaşadıklarına göre, gerek Hoca gerek Itrî
nasıl olur da Nedim’le Vâsıf’ın şarkılarını
bestelemiş olabilirler? diyordu.
Haklıydı; Ziya Paşa o cümleyi her bakımdan
karışık söylemişti. Paşa’nm cümlesi ancak
"Hoca’ların, Itrî’lerin açtıkları yollarda
yetişen mûsikîşinaslarımızm besteledikleri
Nedim ve Vâsıf şarkıları" şeklinde anlaşılırsa
doğru olabilir. O da yalnız cümle
bakımından.. Yoksa fikir ve görüş olarak
Nedim şarkılarını millî saymamak, hele Ziya
Paşa için elbette büyük haksızlıktır.
*****
Ziya Paşa, bütün Tanzimat yazarları gibi
bizde büyük bir devri açan insanlardandır.
Onlar çok çalışkan, çok meseleli, o kadar ki
meseleler içinde bunalmış kimselerdi. Çeşitli
konularda o kadar gayretle ve hassasiyetle
çalışırken aksayan tarafları olmuşsa, bunlar,
onların büyük hamlelerine bağışlanacak
pürüzlerdir. Hele "mukayeseli edebiyat"
metodunun Avrupa’da bile ne kadar yeni
olduğu düşünülürse, Ziya Paşa daha da
masum görülebilir.
*****
Fakat Ziya Paşa, aynı çağlarda:
"Milyonla çalan Mesned-i izzette ser-efrâz
Birkaç kuruşû mürtekibin câyı kürektir" gibi,
yahut:
"Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât
Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde"
gibi her zaman, her yerde geçer akçe
olabilecek, kuvvetli sözler söylemiş bir fikir
sanatkârıdır.
Ziya Paşa için, gerçi büyük şâir demek kolay
değildir. Şiir, esasen asırlar içinde çok nâdir
söylenmiş bir dil, ruh ve san’at cevheridir.
Fakat Ziya Paşa gibi devrinin lisanına
kuvvetle hâkim bir fikir adamı olmak,
milletinin lisanında atasözü değeri kazanan;
dillerde hâfızalarda yer etmiş, fırsat
düştükçe söylenir, manzum nükteler,
hikmetler yaratmak, ve bunun için lisanın
türlü inceliklerinden kolayca faydala-
nabilmek de yine çok az sanatkâra nasip
olmuş, bir büyük meziyettir.
Ziya Paşa’nın manzum hikmetler halinde
söylediği beyitlerdeki fikirler çok kere yeni
ve ibdâî değildir. Fakat değerli sanatkâr,
tarihin birçok kuvvetli fikirlerine devrinin
duyuş, görüş ve düşünüşü içinde yenî ve
sağlam bir lisan vermek kudretini göster-
miştir. Ata sözü haline gelmiş beyitlerinin
zengin bir demet halinde toplandığı meşhur
Terkîb-i bend’inde sözler, çok defa bu
söylediğim özelliktedir. Bununla beraber
yazarın zaman zaman aynı beyitlere gizli bir
lirizm kattığı ve:
119
"Cânan gide, rindan dağala, mey ola rizan
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde?"
gibi, şiir iklimlerine yücelmiş hisli mısralar
söylediği de vardır.
Tıpkı bunun gibi:
"En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?"
tarzında dile gelmiş bir zekâ, târîz ve hücum
beytinden sonra birden yumuşayarak, aynı
sitem lisanını:
"Bir gün gelecek sen de perişan olacaksın
Ey gonce bu cem’iyyeti her dem mi
sanırsın?"
şeklinde, güllerin, goncaların geçici ömür-
lerinden ve hazin bir sonuca varacak
güzelliklerinden dem vurur bir söyleyişe
yöneltmesi hayli güzel sürprizlerdir. Evet,
vücut ve onun güzelliği nasıl olsa geçicidir.
Ebedî olan ruhtur ve onun güzelliğidir.
Dünya güzelleri gibi iktidar sahipleri de
bunu hayatlarının veya iktidarlarının
baharında anlayabiliyorlar mı? İşte bu
mühimdir.
*****
Ziya Paşa, bizde bir tefekkür edebiyatı
çığırını müjdeliyen şâir Rûhi’nin ve bu
müjdeyi çığır haline koyan Nâbi ile Koca
Ragıp Paşa'nın Tanzimat yıllarındaki ve
Tanzimat atmosferi içindeki kuvvetli
devamıdır. Fakat bir çok cepheleriyle yenidir
ve yeniliği kuranlardandır. Bu nokta, Paşa’ya
ait sözlerimi zamanımızdaki bir yenilik
anlayışiyle bitirmemi zarurî kılıyor:
Hani Paşa unvanlarının kalktığı, yerine
generâl denildiği günlerde bir kısım müf-
ritler de tarihi değiştirmeğe kalkmışlardı.
121
Bu arada genç bir edebiyat hocası bir gün
lisedeki son sınıfına girer.. O gün Ziya Paşa
okunacaktır. Hoca ilk söz olarak talebesine
der ki:
- Çocuklar şimdi sizinle Generâl Ziyâ’yı
okuyacağız.
*****
Bu cümle bizim yenilik anlayışımızın, Ziyâ
Paşa devrinden bu yana, ne hedeflere var-
dığını gösterir.
20. 2. 1955
NİHAD SAMİ BANARLI
Taha Toros Arşivi, 517094
122
ZİYA PAŞA, HAYATI, ŞİİRLERİ (YENİ TÜRKÇE AÇIKLAMALARI İLE).

ZİYA PAŞA, HAYATI, ŞİİRLERİ (YENİ TÜRKÇE AÇIKLAMALARI İLE).

  • 2.
    İÇİNDEKİLER: ZİYA PAŞA KİMDİR?- 4 ŞİİRLERİ: Gazel I - 9 Gazel II - 12 Gazel III - 14 Harâbât Mukaddimesi'nden - 16 Marş - 17 Şarkı - I - 19 Şarkı - II - 20 Terci-i Bend I - 22 Terkib-i Bend IV - 26 Terkib-i Bend VI - 30 Terkib-i Bend VIII - 34 Terkib-i Bend IX - 38 Terkib-i Bend X - 42 Türkü - 46 2
  • 3.
    DÜZYAZILARI: Anılar - 48 Mektuplar- 66 ONA DAİR: Şair Ziya Paşa - 78 Şair Ziya Paşa'nın son günleri - 90 Ziya Paşa - 108 Ziya Paşa - 114 3
  • 4.
    ZİYA PAŞA KİMDİR? "Bed-aslanecâbet mi verir hiç üniforma? Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir." "Lâ’net ola ol mâle ki tahsîline ânın, Yâ dîn ola, yâ ırz u yâ nâmus ola âlet." 4
  • 5.
    1825 yılında İstanbul'dadünyaya gelen Ziya Paşa'nın asıl adı Abdülhamid Ziyaeddin'dir. Öğrenimine Kandilli’de başlayan şair, daha sonra Süleymaniye yakınlarındaki Mekteb-i Ulum-i Edebiye’de devam etti, özel derslerle Arapça ve Farsça öğrendi. Bir süre Sadaret Mektub-i Kalemi'nde katip olarak çalıştı, 1855 yılında şairlikte ve Sadaret Kalemi’ndeki başarılarını takdir eden Mustafa Reşit Paşa aracılığıyla sarayda Mabeyn Katipliği'ne atandı, bu sırada Fransızca öğrendi. Ali Paşa sadrazam olunca saraydan uzaklaştırıldı. 1861 yılında Kıbrıs, 1863 yılında Amasya Mutasarrıfı ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye üyesi oldu. 1865 yılında Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne katıldı. 1867 yılında yeniden Kıbrıs'a atanınca Namık Kemal ile birlikte Londra'ya kaçtı. Birlikte Yeni Osmanlılar'ın yayın organı olan Hürriyet gazetesini yayınladılar. Namık Kemal'in ayrılmasından sonra gazetenin
  • 6.
    sorumluluğunu üstlendi. 1870yılında Cenevre'ye gitti. Ali Paşa'nın ölümünden sonra 1871 yılında İstanbul'a döndü. 1872-1876 yılları arasında Şurayı Devlet üyeliği ve Maarif müsteşarlığı yaptı. Anayasayı hazırlayan Kanun-i Esasi adlı kurumda görevlendirildi. 1 inci Meşrutiyet'in ilanından sonra 1877 yılında vezir rütbesiyle önce Suriye Valiliği'ne ardından Adana Valiliği'ne atandı. Ziya Paşa, Namık Kemal ve Şinasi’yle birlikte, Tanzimat’la başlayan "Batılılaşma" hareketinin etkisinde gelişen Batılılaşma Dönemi Türk edebiyatının ilk aşamasını oluşturan üç yazardan biridir. Türk edebiyatının kendi geleneğine sahip çıkmasını isteyen, şiir ve yazı dilinin halkın dili olması gerektiğini savunan şair kendi eserlerinde Arapça, Farsça tamlamalarla yüklü bir dil kullanmış, hece ölçüsüyle
  • 7.
    yazdığı birkaç türküsüdışında bütün şiirlerini aruz ölçüsüyle yazmıştır. Eserlerinde hak, adalet, uygarlık, hürriyet gibi temaları işleyen Ziya Paşa, "Terci-i Bend" ve "Terkib-i Bend" isimli iki şiirinde ise insanın yazgısı, gerçeği kavramanın olanaksızlığı, Tanrı’nın mutlak egemenliği gibi metafizik konular üzerinde durmuştur. Düşünceleriyle yenilikçi, yapıtları ve yaşantısıyla eskiye bağlı bir sanatçı olan şair 17 Mayıs 1880 tarihinde Adana'da yaşama veda etmiş ve Adana Ulu Camii yanına defnedilmiştir. BAZI ESERLERİ: Zafername (düzyazı-şiir, 1868) Rüya (mülâkat,1910) Veraset Mektupları (1910) Eş'ar-ı Ziyâ (şiir, 1881) Şiir ve İnşa (makale)
  • 8.
    Defter-i Amal (anı) Harabat(antoloji, Türk, Arap ve Fars ed.) Çeviri: Endülüs Târihi - Viardot Engizisyon Târihi - Cheruel ile Lavallee Emil - J.J. Rousseau Tartuffe – Moliere 8
  • 9.
    ŞİİRLERİ GAZEL I Diyar-ı küfrügezdim beldeler kâşâneler gördüm Dolaştım mülk-ü İslâmı bütün virâneler gördüm. [Müslüman olmayan ülkeleri gezdim, şehirler, gösterişli yapılar gördüm, İslam ülkelerini dolaştım, hep harabeler gördüm.] Bulundum ben dahi darüşşifa-yı Babıâli'de Felâtunu beğenmez anda çok divâneler gördüm. [Ben Babıali’nin iyileştiren kapısında da bulundum. Orada Eflâtun’u beğenmeyen bir çok kendini bilmezler gördüm.] 9
  • 10.
    Cihan namındaki birmaktel-i âme yolum düştü Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm. [Dünya adındaki toplu ölümlerin yapıldığı yere yolum düştü. Hükümet derler, orada nice kesim yerleri gördüm.] Huzûr-u kûşe-i meyhaneyi ben görmedim gitti Ne meclisler, ne sahbâlar, ne işrethaneler gördüm. [Ben meyhane köşesindeki huzuru görmedim gitti. Ne toplantılar, ne içkiler, ne içkili yerler gördüm.] Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin Bu işretgeh'te ben çok durmadım ammâ neler gördüm. 10
  • 11.
    [Ziya, bu dünyadenilen meyhanenin sarhoşlu- ğunun başağrısı verdiği keyfe değmez. Bu meyhanede ben çok durmadım ama neler gördüm.] Ziya Paşa (1825 - 1880) Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 82 11
  • 12.
    GAZEL II Âsâf'ın mikdarınıbilme Süleyman olmayan, Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan. [Âsâf’ın değerini Süleyman olmayan bilmez, (Âsâf, Süleyman peygamberin veziridir.) Dünyada insan olmayan insanın değerini bilmez.] Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvâlini, Anlamaz hal-i perişanı perişân olmayan. [(Sevgilinin) Saç lülesine gönül vermeyen gönül hallerini bilmez, Perişan olmayan perişan olanın halinden anlamaz.] Rızkına kâni olan gerdûna minnet eylemez, Âlemin sultanıdır muhtâc-ı sultân olmayan. [Rızkına kanaat eden dünyaya minnet etmez, Sultana muhtaç olmayan dünyanın sultanıdır.] 12
  • 13.
    Kim ki korkmazHak'dan andan korkar erbâb-ı ukûl, Her ne isterse yapar Hak'dan hirâsân olmayan. [Kim ki Hak’tan korkmaz, akıl sahibi insanlar ondan korkarlar, (Çünkü) Hak’tan korkmayan her ne isterse yapar.] İtiraz eylerse bir nâdân ZİYÂ hâmûş olur, Çünki bilmez kadr-i güftârın sühan-dân olmayan. [İtiraz ederse bir cahil, Ziya sessiz kalır, Çünkü güzel söz söylemeyen, sözün değerini bilmez.] Ziya Paşa (1825 - 1880) Ziya Paşa, Türk Büyükleri Dizisi: 43, S. 104 13
  • 14.
    GAZEL III Görmeden âsar-ıNisanın (1) bahâr elden gider Güller âhir râm olur amma hezar (2) elden gider Nev-civan (3) sevmekte ben piranı (4) ta'yib (5) eylemem Hüsn olur kim seyr ederken ihtiyar elden gider Rızk-ı maksuma (6) kanaattir meali hikmetin Gâh hırs-ı nev-şikâr (7) ile şikâr elden gider Sarban-ı (8) vakt isen hazm eyle zira vakt olur Bir topal merkep belâsiyle katar elden gider Kıllet-i idrakten (9) sanma Ziya'nın gayretin Neylesin kim yer gelir sabr-ü karar elden gider. 14
  • 15.
    Ziya Paşa (1825 -1880) 1. Asar-ı Nisan: Nisan ayının eserleri (Bahar yağmurları) / 2. Hezar: Bülbül / 3. Nev-civan: Genç, delikanlı / 4. Tayib: Ayıplamak / 5. Piran: İhtiyarlar / 6. Rızk-ı maksum: Tan- rının paylaştırdığı rızık / 7. Nev-şikâr: Yeni av / 8. Sarban: Kervanbaşı, deveci / 9. Kıllet- i idrak: Anlayış noksanlığı, akıl eksikliği. Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 81 15
  • 16.
    HARÂBÂT MUKADDİMESİ'NDEN Hayriyye kemâlianda gâ'ib Haklı görülür biraz da Gâlib Za'fın görüb anda şîr-i nazmın Sürmüş üzerine pîr-i nazmın Ol şevk ile Hüsn ü Aşk'ı yapmış Elhak Dede can külâhı kapmış Sarfeyleyüb ana cümle tâbı Pek şiveli yazmış ol kitâbı Gelmişdir o şâir-i yegâne Gûyâ bu kitab içün cihâne. (Hârâbat, C.1, Dersaadet 1291) Ziya Paşa (1825 - 1880) Kuğunun Son Şarkısı, S. 154
  • 17.
    MARŞ Feth için a'dâyı(1) fermân eyledi Sultânımız Koymuşuzdur biz anın yoluna baş ü cânımız Şan için bizce ne devlettir dökülmek kanımız Kahraman bir askeriz Osmanlı'dır unvanımız Şark u garba lerze-endaz (2) oldu sıyt (3) ü şanımız Din ü Devlet uğruna a'dâmıza açtık sefer Hanumanın eyleriz bir hamlede zir ü zeber Rehnümamızdır (4) liva-yı (5) nusret-ü feth ü zafer Kahraman bir askeriz Osmanlı'dır unvanımız Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız Bir zaman İran ü Turan oldu hep pâ'malimiz (6) Bir vakit Alman Macar olmuştu kendi malimiz Hasıl oldu saye-i şahanede âmalimiz
  • 18.
    Kahraman bir askerizOsmanlı'dır unvanımız Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız Hak bize sahib-kıran (7) bir padişah etti atâ Bir kılı uğrunda bin bin canımız olsun feda Hep o şahın feyz-ü ihsaniyledir kim ey Ziya Kahraman bir askeriz Osmanlı'dır unvanımız Şark u garba lerze-endaz oldu sıyt ü şanımız Ziya Paşa (1825 - 1880) 1. A'dâ: düşmanlar / 2. Lerze-endaz olmak: Titretmek / 3. Sıyt: Şöhret / 4. Rehnüma: Rehber, yol gösteren / 5. Liva: Bayrak / 6. Pâ'mal: Ayaklar altında çiğnenen / 7. Sahib- kıran: Yıldızların yaklaştığı uğurlu zamanda doğan. Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 84 18
  • 19.
    ŞARKI - I Âşıklarıinandırır Yalan va'deyle kandırır Bu huy seni utandırır Çok naz âşık usandırır Nedir senden bu çektiğim Esirinsem ver pençiğim (*) Bilmez misin a sevdiğim Çok naz âşık usandırır Mintanının düğmesin çöz Sim tenin görsün bu göz Eskidir söylenir bu söz Çok naz âşık usandırır. Ziya Paşa (1825 - 1880) (*) Pençik: Kölelik belgesi Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 86
  • 20.
    ŞARKI - II Niçinnâlendesin böyle Gönül derdin nedir söyle Seni ben istemem böyle Gönül derdin nedir söyle Kimin aşkiyle nâlansın Kimin hicriyle suzansın Neden böyle perişansın Gönül derdin nedir söyle Nedir bu sendeki hayret Buna var bir sebep elbet Merak oldu bana gayet Gönül derdin nedir söyle Havalandın bu günlerde Ne yel esti aceb serde Deva olmaz mı bu derde Gönül derdin nedir söyle 20
  • 21.
    Çekildin seyr-i gülşenden Kaçarsınşimdi de benden Usandım gayri ben senden Gönül derdin nedir söyle. Ziya Paşa (1825 - 1880) Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 87 21
  • 22.
    TERCİ-İ BEND -I Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir, Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. (Çeşitli eserlerin vücuda getirildiği kâinat hayret edilecek bir dershanedir, [Kâinattaki] Her nakış bir ledün [Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim] kitabından işarettir.) Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır, Gûyâ içinde âdem-i âvâre dânedir. (Felek, felaket etrafında dönen [felakete sebep olan] bir değirmendir, Avare insan da bu değirmenin içinde sanki bir danedir.) Mânend-i dîv beççelerin iltikâm eder, Köhne ribât-ı dehr aceb âşiyânedir. (Dev gibi kendi yavrularını yiyor, Köhne [eskimiş] dünya konağı şaşılacak bir yuvadır.) 22
  • 23.
    Tahkîk olunsa nakş-ıtemâsîl-i kâinât, Ya hâb ü ya hayâl ü yâhud bir fesânedir. (Kâinattaki suretlerin nakışları [hakkıyla] incelense, Ya uyku, ya hayal ya da efsane zannedilir.) Müncer olur umûr-ı cihân bir nihâyete, Sayfın şitâya meyli, bahârın hazânedir. (Dünyanın işleri bir sona doğru sürüklenir Yazın meyli kışa, ilkbaharın ise sonbaharadır.) Kesb-i yakîne âdem için yoktur ihtimâl, Her i’tikâd akla göre gâibânedir. (İnsan için kesin bilgiyi kazanma [üretme] ihtimali yoktur, Her inanış ve kabul, akla göre görünmezdir [gizlidir].) Yârab! Nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâç? İnsanın ihtiyâcı ki bir lokma nânedir. 23
  • 24.
    (Allahım! Nedir buihtiyaç derdi çekişmesi? Ki insanın ihtiyacı bir lokma nanedir.) Yoktur siper bu kubbe-i fîrûze-fâmda, Zerrât cümle tîr-i kazâya nişânedir. (Bu fîrûze renkli kubbede sığınacak yer yoktur, Zerreler [bile] bela okunun hedefindedir.) Asl-ı murâd hükm-i ezel bulmadır vücûd, Zâhirdeki savâb ü hatâ hep bahânedir. (Aslında arzulanan her zamanki hükmün vücut bulmasıdır, Görünüşteki sevap ve günah hep bahanedir.) Bir fâilin meâsiridir cümle hâdisât, Ne iktizâ-yı çerh ü ne hükm-i zamânedir. (Bir yapıcının eseridir tüm olan şeyler, Ne talihin gereği, ne de devrin hükmüdür.) Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl, Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
  • 25.
    (Sanatıyla, eserleriyle akıllarıhayrete düşüren, Kudretiyle anlayışları aciz bırakan Allah’ı tesbih ederim.) Ziya Paşa (1825 - 1880) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, Sh. 24, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 25
  • 26.
    TERKİB-İ BEND IV Birkatre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan, Başın alamaz bir dahî bârân-ı belâdan. (Yokluk kanıyla dolu çeşmeden bir damla içen, Bir daha belâ yağmurundan kurtulamaz.) Âsûde olam dersen eğer gelme cihâne, Meydâne düşen kurtulamaz seng-i kazâdan. (Eğer mutlu olayım dersen dünyaya gelme, [Çünkü] Dünyaya gelen ölüm taşından kurtulamaz.) Sâbit-kadem ol merkez-i me’mûn-ı rızâda, Vâreste olup dâire-i havf u recâdan. ([Bunu] Cesaretle kabullenmekte ısrarlı ol [ayak dire]. Korku ve yalvarma çemberinden kurtulmuş olarak.) 26
  • 27.
    Dursun kef-i hükmündeterâzû-yı adâlet, Havfın var ise mahkeme-i rûz-ı cezâdan. (Kararlarında adalet terazisi elinde olsun, Eğer mahşer gününde hesap vermekten korkuyorsan.) Her kim ki arar bû-yı vefâ tab’-ı beşerde, Benzer ona kim devlet umar zıll-i hümâdan. (Kim insanın tabiatında vefa duygusu ararsa, [O kişi] Huma kuşunun gölgesinden fayda bekleyene benzer.) Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez, Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan. (Talihsiz olanın bahçesine bir damlası düşmez, Yağmur yerine inci ve mücevher yağsa gökten.) Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar, Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan. 27
  • 28.
    (Olgun olmayan kişilerfazilet sahibi kişilere katlanamaz, [Nasıl ki] Yarasanın gözü ışıktan rahatsız olur.) Her âkıle bir derd bu âlemde mukarrer, Râhat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan? (Bu dünyada, her akıllı kişinin başında bir dert olmasına hükmedilmiştir, Hiç akıllı insanlar topluluğundan olan rahat yaşamış biri var mı?) Halletmediler bu lûgazın sırrını kimse, Bin kâfile geçti hükemâdan, fuzalâdan. (Bu bilmecenin sırrını hiç kimse çözemedi, Bu dünyadan binlerce faziletli kişi ve bilgin geçti [de].) Kıl san’at-ı üstâdı tahayyürle temâşâ, Dem urma, eğer ârif isen çûn ü çirâdan. (Sanatkârın sanatını hayranlıkla seyret, Eğer bilgili bir kişi isen, nedeni ve niçini üzerinde durma.)
  • 29.
    İdrâk-i me’âlî buküçük akla gerekmez, Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez. (Yüce anlamları kavramak bu küçük akıl için gerekmez, Çünkü bu terazi o kadar ağırlığı tartmaz.) Ziya Paşa (1825 - 1880) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 17, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 29
  • 30.
    TERKİB-İ BEND VI Gadrede reâyâsına vâlî-i eyâlet, Dünyâda vü ukbâda ne zillet ne rezâlet. (Bir eyalet valisi [bir yönetici] emri altındaki insanlara zulmediyorsa , [Bu] dünyada ve ahirette ne alçaklık, ne rezalettir.) Lâyık mıdır insan olana vakt-i kazâda, Hak zâhir iken bâtın için hükmü imâlet? (Hüküm zamanında insan olana yakışır mı, Gerçek ortadayken gizli şeylere göre karar vermek?) Kâdı ola da’vâcı vü muhzır dahî şâhid, Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet? (Hakim hem davacı, hem mübaşir hem şahit oluyorsa, O mahkemenin verdiği karara adalet denir mi?) 30
  • 31.
    Ey mürtekib-i harbu ne zillet ki çekersin, Birkaç guruşa müddet-i ömrünce hacâlet! (Ey rüşvetçi eşek, bu ne alçaklık ki, Birkaç kuruş için ömrün boyunca utanç çekersin.) Lâ’net ola ol mâle ki tahsîline ânın, Yâ dîn ola, yâ ırz u yâ nâmus ola âlet. (Lanet olsun o mala ki kazanılmasında, Ya din, ya ırz ya da namus alet edilmiş olsun.) Âdem olanın hayr olur âdemlere kasdı, İnsanlığa insanda budur işte delâlet. (İnsan olanın amacı insanlara faydalı olmak olur, İnsanda, insan olmanın göstergesi işte budur.) İnsan, ona derler ki ede kalb-i rakîki, Âlâm-ı benî-nev’i ile kesb-i melâlet. (İnsan ona derler ki şefkatli kalbinde, Çocukların elemlerini hisseder.) 31
  • 32.
    Âdem, ona derlerki garazdan ola sâlim, Nefsinde dahî eyleye icrâ-yı adâlet. (İnsan ona derler ki kinden uzak durur, Kendi benliği için bile adaletli davranır.) Sâdık görünür kisvede erbâb-ı hıyânet, Mürşid sanılır vehlede ashâb-ı dalâlet. (Hainler dışarıdan bakıldığında sadık gibi görünürler, Sapkınlar bir an için yol göstericiymiş zannedilebilirler.) Ekser kişinin sûretine sîreti uymaz, Yârab! Bu ne hikmetdir, İlâhî! Bu ne hâlet! (Çoğu kişinin içi [ahlâkı] dışarıdan göründüğünden farklıdır, Allahım! Bu ne sırdır, bu ne durumdur!) 32
  • 33.
    Ümmîd-i vefâ eylemeher şahs-ı dagalde, Çok hâcıların çıktı haçı zîr-i bagalde. (Her sahtekâr kişiden vefa bekleme, Çok hacıların koltuğunun altından haçı çıktı.) Ziya Paşa (1825 - 1880) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 18-19, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 33
  • 34.
    TERKİB-İ BEND VIII Herşahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi sanırsın? Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın? (Her dokunulmazlığı olanı Allah'a yakın mı sanıyorsun? Her taç giyen çulsuzu Edhem mi sanıyorsun? [Edhem: Tacını tahtını bırakıp evliyadan olan Belh şehri şehzadesi]) Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın, Âdem görünen harları âdem mi sanırsın? (Dünyayı arasan binde bir insan bulamazsın, İnsan görünümündeki eşekleri insan mı sanıyorsun?) Çok mukbili gördüm ki güler, içi kan ağlar, Handân görünen herkesi hurrem mi sanırsın? 34
  • 35.
    (Çok mübârek insangördüm ki güler, içi kan ağlar, Güler görünen herkesi mutlu mu sanıyorsun?) Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî, Her merhemi her yâreye merhem mi sanırsın? (Önce hastalığın ne olduğunu bil, sonra tedaviye başla, Her merhemi her yaraya merhem olur mu sanıyorsun?) Kibre ne sebeb? Yoksa vezîrim diye gerçek, Sen kendini düstûr-ı mükerrem mi sanırsın? (Kibire ne gerek var? Yoksa vezirim diye gerçekten Sen kendini nizamın sahibi mi sanıyorsun?) Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ, Dünyâ sana mahsûs u müsellem mi sanırsın? (Ey dünyanın geçici nimet ve devletiyle iftihâr eden,
  • 36.
    Dünyanın sana ayrılmışolduğunu ve teslim edildiğini mi sanıyorsun?) Hâlî ne zaman kaldı cihân ehl-i tama’dan, Sen zâtını bu âleme elzem mi sanırsın? (Bu dünya ne zaman açgözlülerden yoksun kaldı, Sen kendini bu dünyaya çok gerekli mi sanıyorsun?) En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun, Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın? (En ummadığın senin içyüzünü keşfeder, Sen herkesi kör, halkı sersem mi sanıyorsun?) Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın, Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın? (Bir gün gelecek sen de perişan olacaksın, Ey gonca bu topluluk hep böyle [yanında] olacak mı sanıyorsun?) 36
  • 37.
    Nâ-merd olayım çarhaeğer minnet edersem, Cevrinle senin ben keder etsem mi sanırsın? (Korkak olayım eğer bu çarka [döngüye] minnet edersem, Senin zulmünden kederlendiğimi mi sanıyorsun?) Allah’a tevekkül edenin yâveri Hak’dır, Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır. (Allah'a güvenenin yardımcısı Allah'tır, Hüzünlü olan gönül bir gün gelecek bahtiyâr [mutlu] olacaktır.) Ziya Paşa (1825 - 1880) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 19-20, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 37
  • 38.
    TERKİB-İ BEND IX Pekrengine aldanma felek eski felekdir, Zîrâ feleğin meşreb-i nâ-sâzı dönekdir. (Dünyanın rengine pek aldanma, dünya yine eski dünyadır, Çünkü dünyanın uygunsuz tabiatı dönektir.) Yâ bister-i kemhâda, yâ vîrânede cân ver, Çün bây ü gedâ hâke berâber girecekdir. (İster ipekle döşenmiş yatakta, ister harap bir evde can ver, Çünkü zenginlerle fakirler toprağa aynı şekilde [eşit] girecektir.) Allah’a sığın şahs-ı halîmin gazabından, Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir. (Allah'a sığın uysal kişinin öfkesinden, Çünkü yumuşak huylu atın çiftesi serttir.) 38
  • 39.
    Yakdı nice cânlaro nezâketle tebessüm, Şîrin dahi kasd etmesi câna gülerekdir. (O kibarca gülümseme nice canları yaktı, Aslanın can alması da gülerek olur.) Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma? Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir. (Özü kötü olan insanlara hiç giydiği üniforma [makam, yetki] soyluluk verir mi? Altından yapılmış semer vursan eşek yine eşektir.) Bed-mâye olan anlaşılır meclis-i meyde, İşret güher-i âdemi temyîze mihekdir. (Mayası kötü olan içki meclisinde belli olur, İçki insanın cevherini [özünü] ortaya çıkaran [ayırdeden] bir işarettir.) Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr, Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir. 39
  • 40.
    (Nasihat ile yolagelmeyeni azarlamak gerekir, Azar ile uslanmayının [ise] hakkı dayaktır.) Nâ-dânlar eder sohbet-i nâ-dânla telezzüz, Dîvânelerin hem-demi dîvâne gerekdir. (Cahiller cahillerin sohbetinden zevk alır, Çılgınların yakın arkadaşlarının da çılgın olması gerekir.) Afv ile mübeşşer midir ashâb-ı merâtib? Kânûn-ı cezâ âcize mi hâs demekdir? (Makam mevki sahibi olanlar af ile müjdelenmişler midir, Ceza kanunu aciz olanlara mı mahsustur?) Milyonla çalan mesned-i izzetde ser-efrâz, Bir kaç guruşu mürtekibin câyı kürekdir. (Milyonla çalan yüksek makamda başı dik dolaşır[ken] Birkaç kuruşu zimmetine geçirenin cezası kürek mahkûmu olmaktır.)
  • 41.
    Îmân ile dînakçedir erbâb-ı gınâda, Nâmûs u hamiyyet sözü kaldı fukarâda. (İnanç ve din zenginlerde akçe oldu, Namus ve hamiyyet [namusu korumak için gösterilen gayret] sözü fakirlerde kaldı.) Ziya Paşa (1825 - 1880) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 20-21, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 41
  • 42.
    TERKİB-İ BEND X İkbâliçin ahbâbı siâyet yeni çıktı, Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı. (Yükselmek, iyi bir makama gelmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı, Önceleri bilmezdik, bu beceri yeni çıktı.) Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı, Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı. (Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, Namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı.) Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet, Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı. (Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu, Gönül dostlarından yabancılara şikayet yeni çıktı.) Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu, Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı 42
  • 43.
    (Sâdık olanları aşağılamave reddetme kural haline geldi, Hırsızlara ikram ve yardım etmek yeni çıktı.) Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi, Hainlere amma ki riayet yeni çıktı. (Gerçi doğruyu söyleyenler daha önce de nefretle karşılanıyordu, Lakin hainlere tâbi olmak yeni çıktı.) Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât, Elfâz ile terfîh-i ra'iyyet yeni çıktı. (Bütün düzenlemeler yazılı sayfalarla [belgelerle] ilan olunur, Söz ile maiyetindekilerin terfi ettirilmesi yeni çıktı.) Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi, Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı. (Güçsüz olanın en temel hakkı saklanır, [Ancak] Himaye görenleri her yerde korumak yeni çıktı.)
  • 44.
    İsnâd-ı ta'assub olunurmerd-i gayûra, Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı. (Gayretli kişiler taassubla suçlanır [ken], Dinsizlerin düşüncelerine paye vermek yeni çıktı.) İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki, Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı. (Devletin yükselmesine ayak bağı olan İslamiyet imiş, Önceden yoktu, bu söylenti yeni çıktı.) Milliyyeti nisyan ederek her işimizde, Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı. (Millî benliğimizi unutarak, her işimizde, Batılıların fikirlerine tabi olmak [uymak] yeni çıktı.) Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık, Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık. 44
  • 45.
    (Eyvah bu oyundabizler yine yandık, Çünkü kayıp ortada, bilmem biz ne kazandık.) Ziya Paşa (1825 - 1880) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, S. 21, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 45
  • 46.
    TÜRKÜ Akşam olur, güneşbatar şimdi buradan; Garip garip kaval çalar çoban dereden. Pek körpesin, esirgesin seni yaradan, Gir sürüye kurt kapmasın, gel kuzucağım; Sonra yârdan ayrılırsın, ah yavrucağım!. Çünkü mevlam kul eyledi sana özümü, Bastığın yerlere sürsem yüzümü; Uyma ağyarın fendine, dinle sözümü. Gel sürüye kurt kapmasın, gel kuzucağım; Sonra yârdan ayrılırsın, ah yavrucağım!. Dağları duman bürüdü, ağyar seçilmez; Avcı yolda tuzak kurmuş yâra geçilmez, Vefasızın meclisinde bâde içilmez. 46
  • 47.
    Gel sürüye kurtkapmasın, gel kuzucağım; Sonra yârdan ayrılırsın, ah yavrucağım!. Ziya Paşa (1825 - 1880) Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, S. 83 47
  • 48.
    DÜZYAZILARI ANILAR Benim babam, Galatagümrüğünde kâtip ve işini gücünü iyi bilir, göreviyle yetinir bir muhasipti. Benim çocukluğum sırasında yaz kış Kandilli'de otururduk. Benimle birlikte okula gidip gelmek, hem de evin sokak
  • 49.
    işlerini görmek içinon yedi on sekiz yaşlarında Ömer adında bir köle almıştı. Köle, ınemleketinde hırsızlıkla eğitildiğinden kiraz, üzüm mevsimlerinde beni bağlara götürür, kendisi eli yetiştiği meyvelerden çalardı; birlikte yerdik. Aşağı yukarı altı yedi yaşlarında idim. Bir gün köle ile birlikte bir önceki Kapudan (Kaptan) Damat Halil Paşa'nın Kandilli üzerindeki bağlarından "Havuzlubağ" derler bir bağa gittik. Bağın çevresi dikenli çalılarla korunmuş olmakla köle bir giriş yeri bulup da giremedi. Elin- deki sopa ile çalıları aralayarak güçlükle bir küçük delik açabildi. Bana seslenerek: "Ben buradan sığamam, sen küçüksün, içeri gir, yakındaki kütüklerden üzümleri koparıp bana ver, birlikte yiyelim." dedi. "Peki" dedim, içeri daldım ve üzüm devşirmekle meşgul oldum. Meğer rahmetli Halil Paşa, o 49
  • 50.
    sırada nişan atmakiçin bağa gelmiş, nişan testisi rasgele benim çapul ettiğim yere konulmuş olduğundan beni görmüş. Rahmetli'nin dairesi kavaslarından Kandillili Ahmet Bey derler koca bıyıklı bir kavası vardı ki her rastladıkça bıyıklarından korkardım. O gün Paşa'nın yanında bulun- muş ve Paşa beni ona gösterip yanına götür- mesini tembih ile göndermiş. Ben ise dünyadan habersiz, durmadan salkımları koparıp çalı arkasından köleye vermek ile meşgul iken, ansızın arkamdan biri gelip kucağına kaptı ve korkutmayarak, bilmem ne sözlerle bana güven verip teselli ederek Paşa'nın yanına götürdü. Önünde duran birkaç tabak üzümü benim önüme sürüp yemek teklif eyledi. Onun bu okşar- casına davranışı, korkuyu ve utanmayı büsbütün giderip teklifsiz yemeğe başladım. Kimin çocuğu olduğumu, evimizin ne yanda olduğunu sordu. Ben de söyledim. Niçin
  • 51.
    üzüm çaldığı sorunca,hiç gizlemeyip kölenin yönergesini olduğu gibi anlattım. Benim dürüst ve saf davranışım besbelli rahmet- linin hoşuna gitti; zira, elime bir çok para verdi ve Ahmet Bey'e teslim ile evimize gönderdi. Ne gariptir ki, rahmetlinin son kapudan- lığında, kader gereği o ulu kişinin hizmetinde bulundum. Bir gün Saray-ı Hümayun'a geldi. Kendisiyle sohbet ederken hatırıma gelip: "Bundan on altı, on yedi sene önce Kandil- li'de, Havuzlubağ'da nişan atmak esnasında iken, yeşil cübbe giymiş bir çocuğu üzüm çaldığı sırada görüp Kavas Ahmet Bey ile tutturarak getirtip ödüllendirdiğiniz hatıra gelir mi?" diye sordum. Rahmetli Paşa, son derece kavrayışlı ve zeki olmakla derhal hatırladı ve "o çocuğa hâlâ acırım; zira, babası her kim ise, yanına hırsız bir köle katmıştı. Yoksa çocukta asla kötü- lüğe anıklık görmedim. Çünkü, hiç gizle-
  • 52.
    meden bana anlattıve pek hoşuma gitti. Sonra Ahmet Bey de çocuğu doğruladı. "Lakin, o çocuğu, bu olayı siz nereden biliyorsunuz." dedi. Ben de cevabımda: "İşte o gün sizin bağı- nızdan üzüm çalarken yakayı ele veren ve layık olmadığı halde kendisine iyi davran- dığınız çocuk saklandı ve karşınızda yine güler yüz görüyor; yani ben kulunuzum." dedim. Ben bunu söyler söylemez sanki hırsızlığı kendi etmiş gibi aşırı utancından kızardı ve bana teşekküre meydan vermeyip, beni iltifatlara boğdu. Bu köleyi biraz vakit sonra rahmetli babam, özgürlüğüne kavuşturup memleketine gönderdi. Beni de o sırada rahmetli İmamzade'nin gözetiminde Süleymaniye 52
  • 53.
    yöresinde yeni açılmışolan "Mekteb-i Edebiyye"ye verdi ve eğitimime bakmak için İsmail Ağa adında elli beş yaşlarında bir lala tuttu. Bizim lala Kayseriye kazası içinde Efke köyünden olup yeniçeri devrinde taşra vezirlerine içağalığı etmiş, çok şey görmüş, oldukça dünyayı anlamış gerçekten pişkin ve eğitim görmüş, çocuklarına düşkün bir adamdı. Şu kadar ki, gece ve gündüz dert ve fikri beş on kuruş kazanıp bir gün önce memleketine gitmek ve son günlerini çoluk çocuğuyle birlikte geçirmekten ibaret olmakla, para konusu gelince, lala her türlü insanlık yaşamını unuturdu. Örneğin, rahmetli babamın, lalaya ve bana birinci tavsiyesi, cami avlusuna gidip çapkınlarla oynamamak iken her gün okuldan çıkıldığında arkadaşlarımla birlikte biz, soluğu Süleymaniye Camisi çevresinde alırdık. Eğer lala biraz titizlik edecek olursa,
  • 54.
    babamdan aldığım gündeliğimdencebimde kalan yirmi para, yahut otuz, kırk parayı eline sıkıştırırdım. O anda yüzü gülüp: "Haydi, ben ikindi namazını kılmadım, sen biraz oyna, ben de namazı kılayım." derdi. Ve namazdan sonra çoğunlukla son cemaat yerinde uykuya varıp, bir iki saat beni kendi halime bırakırdı. Sonra, döneceğimiz sırada niçin geciktiğimizi, eğer babam sorarsa ikimizin cevabı bir olmak için, birlikte yalan hazırlardık. Durum böyle olmakla birlikte, lalam beni dersime devam ve sınıfımdaki çocuklardan ileri gitmem için isteklendirmekte elinden geldiğince geri kalmazdı. Hatta, şiirler düzmeğe başlayışım, o adamın özel çabası ve bir şaşılacak rastlantı ile olduğundan, burada anlatmaya yarar dışı göremem. Bizim lalanın şiire çok düşkünlüğü vardı; hatta kendisinin yazısı güç okunur derecede imlasız olduğu halde, Aşık Ömer ve Gevheri'
  • 55.
    nin yapıtlarından ezberlediğibeyitleri, ilgili ilgisiz sıra getirip okur ve arasıra, kendi de kıta ve gazel gibi şeyler yapıp içinde ölçülü olanları bulunurdu. Bu başlangıç onun gazelindendir: Derûnum derdin arz ettim bu kırtasa kalemlerle Görelim ne zuhûr eyler ne söyler gonca femlerle Okula İsa Efendi adında bir Farsça öğretmeni atanmıştı. Her hafta salı günü gelirdi. Çocukların bazıları ondan ders alırlardı. Lâkin benim okula gönderileceğim vakit rahmetli babamdan: "Sakın olmaya Farsi okuyasın; zira, her kim okur Farsi, gider dinin yarısı." diye alışmış olduğum nasihat kulağıma küpe olduğundan, Farsçaya heves şöyle dursun, okuyanlara dinsiz gözüyle bakardım. 55
  • 56.
    Lala, bu durumuanlayınca, gizlice bana Farsçanın her şeye gerekli olduğunu ve dine dokunmaksızın okunması mümkün oldu- ğunu ve her Farsça okuyan dinsiz olmayıp hatta İsa Efendi pek dürüst ve dinine bağlı bir adam olduğunu ve kendisi bile vaktiyle okumadığına pişman olup şimdi elinden gelse ak sakalıyle okuyacağını ve eğer ben okumazsam, sınav sırasında arkadaşla- rımdan geri kalacağımı ve babamın bana böyle demesi, kendinin Farsça anlama- dığından olmakla, eğer ben şimdi ondan gizlice öğrenecek olursam, hem babamı geçmiş, hem de sınavda birinci çıkıp onu sevindirmiş olacağımı öyle bir dille anlattı ki, artık Farsça okumağı iyice zihnimde kararlaştırdım ve sanki gizli bir suç işler gibi okulun demirbaş kitaplarından bir Tuhfe-i Vehbi alıp o hafta derse başladım. İyice hatınmdadır ki, henüz Tuhfe'yi bitirmemiştim, bir gece lala ile beraber karşılıklı oturup el değirmeni ile bulgur
  • 57.
    öğütüyorduk. Değirmeni çevirirkensıra bana geldi. Ben çevirmekle uğraşırken gördüm ki lala gözlerinden yaş döküp durmadan ağlıyor. Nedenini sordum. Cevabında, "Sen daha çocuksun, anlaya- mazsın." dedi. Ben direndim, sonunda âciz kalıp: "Bu değirmen hâl diliyle ne diyor, biliyor musun?" dedi. Ben değirmenin lakırdı söylediğini o vakte kadar duymadığımdan şaşkın şaşkın lalanın yüzüne baktım, "Aman, değirmenin nasıl lakırdı ettiğini bana söyle." diye zorlamaya başladım. Lala içten bir ah çekerek: "Evet, değirmen söyler; fakat onları duymağa kulak ister. İşte bu değirmen hâl dili ile diyor ki: Ey bana bakıp duran gafiller, gözlerinizi iyice açın, bana iyice bakın; çünkü ben bu dünyanın bir örneğiyim, bana koyduğunuz buğdaylar da dünyaya gelen insanların tıpkısıdır. Konulan taneleri iki taşın arasında yuvarlaya yuvarlaya kırıp ufaltırım ve
  • 58.
    istenilen olgunluğa geldiklerindebulgur olurlar, onları dışarı atarım, yeni gelenlerle uğraşırım. Nitekim, dünya da kendine gelen insanları yer ve gök arasında çeşitli belâlar ve sınavlarla ezip geçirip olgunluğa yani her kişi kendi kaderi olan duruma eriştiğinde mezara gönderir, öbürleriyle uğraşır. Hatta, bu anlam üzerine şöyle bir şiir hatırıma geldi ve şimdi hiç düşünmeden dizdim." dedi ve: "Asyâbı devreden ahenge nazar kılmışım." dizesiyle birkaç beyit okudu. Yazık ki, öbür mısralar hatırımda kalmadı. Ben bu sözün anlattığı şeyi kavrayacak yaşta olmadığımdan âsyâbın (değirmenin) böyle güzel söylenmesinden çok, lalanın erdem ve olgunluğuna vuruldum. Asyab ve ahenk kelimelerinin anlamını kavramakla Farsça okumağa zevk ve hevesim bir kat daha arttı. 58
  • 59.
    Ve lalanın kaşınıeğerek, büyük bir zevkle ve bilmediğim bir biçimde okuduğu şiirin edası, anlamından çok hoşuma gidip, şiiri bana öğretmesi için yalvarmağa başladım. Lala, cevabında: "Şiir dedikleri kimi kişilere özgü bir Tanrı vergisidir; eğitim ve kendine iş edinmekle olmaz. Eğer yüce Tanrı, sana da böyle bir alın yazısı yazmış ise şair olursun ve illâ hiç bir nedenle bu şerefi elde ede- mezsin. Hoca Numan Efendi, her bilimde uzman, derya gibi bir kişi iken şiir söyleye- biliyor mu? Bak, İsa Efendi, Farsça’da biricik iken şiir yeteneği var mı? İşte şiir bir Tanrı vergisidir, bilim ile ele geçmez." dedi. Bunu duyar duymaz, sanki içimde küllenmiş bir ateş kümesi varmış da körüklenmiş gibi kendimde bir coşup kaynama hissettim. Yerimde durmağa gücüm kalmadı. Değir- meni bıraktım, ağlayarak lalanın boynuna sarıldım ve şiirin nasıl söylendiğini mutlaka bana öğretmesi için yalvardım.
  • 60.
    Lala, aşık vebağrı yanık bir kimse idi. Bana acıyarak baktı ve gönül alan bir davranışla: "Sende bu aşk ve heves oldukça, umarım ki şair olursun." dedi. Ve şiir denilen bildiğimiz söz olup, yalnız aruz vezinleri dedikleri "failatün, mefâilün"lerin sesli ve sessiz- lerinin uygun olmasını ve dizelerin sonunun birbirine uygun olması gerekeceğini bildiği kadar tanımladıktan sonra: "Madem ki şiire hevesin var, önce yazacağın nazım, yomlu (uğurlu) olsun diye Peygambere bir na't olsun. Haydi, bu gece çalış. O yolda bir şey yapıp yarın bana göster. Uymayan yerlerini düzeltiriz. Böyle böyle sen de şair olursun." dedi ve rediflerinin "yaresulallah" olmasını salık verdi. Ben o sevinç ile merdivenleri dört el ile çıkarak odama koştum, kapıyı kapadım, önüme bir tabaka kağıt koydum; hemen kalemi elime aldım. Sanki zihnimde yığılmış kalmış birçok şeyler yazacaktım. Düşün bre düşün. Aklıma bir şey gelmez. Vezin, aruz
  • 61.
    nerede? Gelişigüzel kelimelerbile, bizi tutup da zorla vezin zincirine bağlayacak korku- suyle zihnimden kaçarlardı. Sonucunda belleğime hiç bir söz getiremedim. Böylelikle sabah oldu. Gözüme bir an uyku girmedi. Nasıl olursa olsun dedim. Kağıda birkaç saçmasapan şeyler yazdım; fakat satırlarm sonlarına "yaresulallah" redifini katmada kusur etmedim. Bunları birkaç kez, tekrar tekrar okudum ve kendimce hepsini ölçülü ve pek güzel buldum. Yalnız anlam hiç aklıma gelmedi. Ortalık ağarır ağarmaz sevinerek, lalanın odasına koştum ve henüz yatağından kalkmış, aptes alırken yakaladım ve bir zafer kazanmışçasına kağıdı eline tutuşturdum. Lala bir kez gözden geçirdi. Kağıdı yine bana verdi ve gülümseyerek: "Bu da fena değil ama, şiirde vezin, her satırın sesli ve sessizlerinin birbirine uygun düşmesi, demektir. Bunun ise kimisi 'fâilâtün', kimi
  • 62.
    'müstef'ilün' olduğundan başkahiç birinden bir anlam çıkmıyor. Kelimeler birbirine dargın öküz gibi bakıyorlar; yalnız, bu gece dediğim yolda söylemeğe çalış, yarın göreyim." dedi. O zaman ben de şiirimi tekrar okudum. Lala'nın dediği kusurların hepsini gördüm. Artık ders kimin umurunda. Şair olmak bence cihana sahip olmaktan değerli oldu- ğundan, o gün akşama dek okulda şiir düşündüm. Cami avlusunda ceviz oynarken yine şiir tasarladım. En sonunda o gece de sabahlara dek uğraşarak bir şey karaladım. Ertesi gün lalaya gösterdim. Lala kağıda göz gezdirirken yüreğim oynadı. Acaba ne diyecek, diye gözlerinin içine bakardım. Bilmem beni teşvik için miydi, yoksa gerçekten, ölçüsü, anlamı var mıydı? "Aferin, artık şair olacağında hiç kuşkum kalmadı. Baban değil, artık kim engellerse engellesin, korkmam." dedi. 62
  • 63.
    Birkaç gün gündeliğimdenarttırıp lala ile birlikte gizlice sahaflara gittik. Bir Aşık Ömer mecmuası aldık. Geceleri onun okunmasıyle meşgul olurdum. Pek az süreyle lalanın okuduğu ve yaptığı şiirlerin ölçüsüz düşenlerini ayırt etmeğe ve hatta okuduğum Aşık Ömer ve Gevheri şiirle- rinden beğendiklerime nazireler bile söylemeğe başladım. Yalnız anlam yönüne çokluk aklım ermezdi. Ta ki, rahmetli Fatin Efendi ile görüştüm. Ben kendimi olmuş bitmiş, sanatçı bir şair ve Aşık Ömer Hazretlerini cihana dengi ve benzeri gelmemiş derya gibi bir üstat sanıp dururken Rahmetli Efendi'nin uyarıları, bu eksiğimin tamamlanmasına neden oldu. Şimdi eğer vezinli söz söyleyene şair demek doğru ise, bu ilgiyle bizim lalanın çabası ve bana verdiği eğitimle, ben de şair oldum. 63
  • 64.
    İşte eğer kölebizde kalıp da ben onunla daima düşüp kalkmış olsa idim başı açık bir hırsız olmazsam da, onurlu görünen çalıp çırpıcılardan biri bulunurdum. Eğer lalanın iyiliği üstün gelmeyip de yalnız paraya gönül bağlayıp da kendi isteklerime bırakıverseydi, ben şair olmadıktan başka baldırı çıplak bir tulumbacı olurdum. Ah İstanbul'daki lalaların hepsi bizim İsmail Ağa'ya benzeseler yine çocuklara ne mutlu. Her ne denli olgun bir insan olmazlarsa bile şair olurlar. Lakin, onların birtakımı para konusunda tıpkı İsmail Ağa'ya benzerler; yalnız, ne eğitici yönleri, ne de bu yönde çabaları vardır. Birtakımı da o bizim önceki kölenin yaşlılarıdır. Tanrı, çocukların yardımcısı olsun. Zira, elin bağından üzüm çalan her çocuk, şansı yardım edip de padişahın hizmetine erişemez ve Emile kitabını çevirip, önceleri kendi işlediği 64
  • 65.
    hataları, insanlara ibretverecek örnek olarak, ortaya dökemez..." Sadeleştiren : İbrahim Olgun İsmail Hikmet Ertaylan, Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü 1925, I, 179 ZİYA PAŞA Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Mart 1972, S: 246, S. 476-480, Anı Özel Sayısı 65
  • 66.
    MEKTUPLARI - I - HÜRRİYETGAZETESİNİN ÇIKIŞINI KUTLAMA MEKTUBU Hürriyet Gazetesinin birinci sayısını pek övünerek okudum. İnsanın yaradılışının gereği ve insan topluluklarının ilerlemesinin ve mutluluğunun vasıtası olan Hürriyet 66
  • 67.
    sayın adıyle adlandırılmasından,anlamının da vatanımıza girmesine alet olacağını hayra yorarak kutlama görevini yerine getirmekte acele ettim. Hürriyet (özgürlük) ne güzel Tanrı nimetidir, eğer kötüye kullanılmazsa ; hürriyet tutsak- lıktan zararlı olur, ölçülülüğü aşarsa. İnsanoğlu yaratılalı, yeryüzünün her yanında türlü türlü biçim ve kılıkta türlü türlü hükümetler kuruldu. Her ulusun ülkesel eğitimine göre sahip olduğu âdetlere ve ahlâka uygun çeşitli kanunlar yapıldı. Hiç bir çağda hiç bir ulus görülmedi ki, düzen- lenmiş ve düzenlenmemiş bir kanuna bağlı olmayarak bir arada geçinsin. Vahşilerde bile kanun değerinde kendilerine özgü birçok âdetler bulundu. Demektir ki, hürriyet, kanunlara bağlılıkla birlikte bulunur. 67
  • 68.
    Bu devirde hürriyetdüşünceleri yatağından taşmış bir sel gibi dünyanın her yanına öyle yayılmaktadır ki, hapis, sürgün ve belki öldürme gibi, zalimlerin kullanmaya alışık oldukları savunma vasıtaları onun önüne engel olamaz. (...) Nitekim Roma ve Yunan'ın ilk zamanlarında nice fedailer bu yolda baş verdiler. Nitekim İngiltere ve Amerika ve Fransa'da nice bin yurtsever kimseler zindanlarda ve sürgün- lerde ve cellat ellerinde yok oldular. Nitekim bunların bir örneği bizim memleketimizde dahi görüldü. Hürriyetten yana olanlar, ki yönetim biçiminin değiştirilmesini isteyen- lerdir, kimi işten çıkarıldı, kimi hapis, kimi sürgün edildi. Lâkin ne başka yerlerde eskiden yapılan şiddetler hürriyetin doğmasına engel alabildi, ne de bizde yapılan şeyler hürriyet isteğini ahalinin gönlünden çıkarabildi. Belki ilerlemesine yardım etti. (...) 68
  • 69.
    Doğruluk bir kuvvettirki, gerçekte hiçbir silah ile o yenilemez. Bize rakip ve karşı olan Babıâli, elinde maliye hazinesi, devlet gücü, kişisel ün, tecrübe ve bilgi eskiliği, gerekince yalan söylemek, utanmamak gibi birçok savunma aleti ve yok etme araçlarına sahip olduğu halde bunlara karşı doğruluktan başka bizde karşı kuvvet var mı idi? Babıâli bütün silahını aleyhimizde kullandı, yine bizi direnme meydanından bir adım ayırama- dıktan başka kendi yenilgisini ister istemez ilan etti. Çünkü herkes biliyor ki, biz yürür- lükteki yönetimin çağımıza uygun olma- dığından değiştirilmesi gerektiği iddiasıyle meydana çıkmıştık. Babıâli, yönetimin sürüp gitmesini korumak için bizi ezmeye çabaladı. Sonunda, "Kırmızı Kitap"ta, yönetimin değiştirilmesi gerektiğini itiraf ile birlikte, eksikliklerin tamamlan- masını dahi üstüne aldı. Bununla, bizim iddia ettiğimiz şey tanıtlandı. Temelde anlaşmazlık kalmadı. Bundan anlaşılıyor ki,
  • 70.
    Babıali'nin çıkarlarına karşıyapılan bu değişiklikler, yalnız Yeni Osmanlılar'ın giriştikleri anlaşmazlık ve uyarı usulünden meydana geldi. Bellidir ki, Yeni Osmanlılar'ın kullandıkları doğruluk ve haklılığı göstermek için bu ana kadar hizmet eden ve meşrutiyet usulünün ve siyasal özgürlüğün meşruluğu sorununu söz konusu edip kanıtlayan yalnız Muhbir idi; şimdi ise, Hürriyet dahi meydana geldiğinden, Muhbir'in tutmuş olduğu meslekte bunun dahi kamuca kabul edilerek maksadın elde edilmesine yardımcı olaca- ğına şüphe edilemez. Ben "Yeni Osmanlılar", yani devletin ve vatanın şimdiki yönetimi dolayısıyle uğradığı tehlike ve zararların sonuçlarını dehşetle görüp iyileştirici ilaç arayanların sırasında bulunmakla övündüğümden, böyle yararlı bir yapıtın vücut bulmasından doğan sevinç ve övüncümü kalemle bildirmeye gücüm
  • 71.
    yetmez. Hemen Tanrı,memleket ve ulusu- muzun mutluluk ve kurtuluşu uğrunda çalışanları yardımıyle şereflendirsin ve yalnız kişisel çıkarları için uğraşanları ezip tepelesin âmin! Fi 12 Rebiülevvel sene 1285 Sadeleştiren: Cevdet Kudret Hürriyet gazetesi, 16 reblülevvel 1285 / 26 temmuz 1868, no. 2; Ebüzziya Tevfik: Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye, 6. baskı, 1329, s. 300-304 - II - TURABİ EFENDİ'YE (1) Sayın kardeşim efendim hazretleri, Suavi Efendi hala Marsilya'dadır. Ulûm gazetesini sürdürüyor. Fakat tabiatı
  • 72.
    gereğince biraz sözdinlemiyor. Geçenlerde eğlence için birkaç gazel söylemiş ve eğlensin diye kendisine göndermiştim. Hemen gazeteye koymuş. Kendisine bir mektup yazdım ve canımın sıkıldığını söyledim. "Aman, gazeller pek güzel olduğundan dayanamadım" diye cevap yazdı. Dileğim şikayet değildir, fakat bunlar yüce gözünüze iliştiğinde eğer bendenizin de gazetede karışma oyum var gibi anlaşılırsa, gerçeğin bu yolda olduğunu bildirmektir. Ne ise, zavallı, gücü yettiği kadar çalışıyor. Keşke öyle birkaç zat daha olsa. Bir vakitten beri ünlü Jean Jacque Rousseau'nun çocuk eğitimi üzerinde Emile adındaki kitabını çevirmeğe uğraştığımdan ve bunun bazı yerleri bizim İstanbul çelebi- lerinin işlerine uymadığından orada basılması zor olacak gibi görüyorum. Acaba Mısır'daki Bulak Basımevinde bastırılma olanağı var mı? 72
  • 73.
    Burasının lütfen araştırılmasırnpek rica ederim. Eğer olabilirse, kitap epey büyük olduğundan ve şimdiye kadar dörtte bir kadar yeri çevrilmiş bulunduğundan hemen gönderirdim. O basılıp tamam oluncaya kadar bir dörtte biri daha yetişirdi. Bu kitap yüce zatlarınca görülmüşse, ulusa ne kadar yararlı bir şey olduğunu siz dahi değerlen- dirirsiniz. Bendeniz İstanbul'da iken bir gün Âli Paşa'ya bu kitabı çevirme niyetinde bulunduğumu söylemiştim. "Eğer siz çevirirseniz ben de düzeltmesine yardım ederim, çünkü pek severim. Bundan daha yararlı bir kitap olamaz. Fakat çok incele- meye ve çok çalışmaya bağlıdır" demişti. O sırada felek yardım etmedi. Tanrı'ya şükür, bu aralık sıkıntılardan kurtulmuş oldu- ğumdan başardım ve eğer basılması müjdesini alsam bir kat daha hevesimi artırırdı. Herhalde çaba ve yardımınıza muhtaçtır. Bir de eğer "Hükümetçe basılma, masrafı gerektireceğinden etraflıca düşünmek gerekir" denirse bendeniz kendi
  • 74.
    hesabıma olarak bastırmayada hazırım. Eğer isterseniz "zât-ı devletleriyle" ortaklaşa bastıralım. Her ne yolda emir buyurulsa lütfen bildiriniz. Burada her zaman bulunduğum yerde oturmaktayım efendim. Fi 27 Ramazan sene 87 Ziya Hem de adı geçen çeviride adım olmadı- ğından kimin yapıtı olduğu bilinmez. Bundan dolayı, sanıma göre, politikaca bir sakınca olamaz. Bu durum bir kere Paşa hazretlerine açılsa ve bir de basımevi müdürü Rasih Efendi görülüp lâkırdı edilse nasıl olacağı anlaşılır. Eğer orada basılması uyamaz ise şimdilik vazgeçeriz. İleride icabına bakarız. (1) Türabi Efendi, Mısır Hıdivi İsmail Paşa'nın adamıdır. Yeni Osmanlılar'ı Avrupa'da toplayıp Babıâli ile savaşlarına paraca yardımcı olan Prens Mustafa Fazıl Paşa
  • 75.
    İstanbul'a gidip (1867)Babıâli ile anlaştıktan sonra, Yeni Osmanlılar'a bir süre için hükümeti eleştirmemelerini, yoksa paralarını keseceğini bildirmiş; bunun üzerine, Namık Kemal, Paşa'nın isteğine uyup Hürriyet'ten ayrılmış, Ziya Paşa ise savaşı sürdürmüş; anlaşmayı bozan Mustafa Fazıl Paşa yerine, onun kardeşi Mısır Hidivi İsmail Paşa'dan yana olmuş ve onun paraca yardımıyle, söz konusu gazeteyi 65. sayıdan 100. sayıya kadar ilkin Londra'da, sonra da Cenevre'de yayınlamıştır. Sadeleştiren: Cevdet Kudret M. Kaya Bilgegil: Ziya Paşa Üzerine Bir Araştırma, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum 1970, s. 392-393). - III - TÜRABİ EFENDİ'YE 75
  • 76.
    Sayın kardeşim efendimhazretleri, Son olarak Suavi Efendi aracılığıyle sundu- ğum mektubun cevabını alamadığımdan daha önceki merakım çoğalıp iki gün önce bir mektup daha göndermiştim. Hele hamd olsun ki fi 19 muharrem sene 87 tarihli mektuplarını bugün alıp çok sevindim. (...) Emile'in oraca basılması bazı nedenler yüzünden uyamaz ise zararı yoktur. Başka yolda çaresi bulunur. Bu kitabı çevirmekten asıl maksadım, "Bu gibi edebiyat ve bilgelik ile ilgili yabancı kitapların Türk diline akta- rılması olanaksızdır" diye, şimdiye kadar hiç bir işe yarar kitap çevrilmiş olmadığından, bunun olabileceğini ispat ile birlikte, dili- mizde bir yeni çeviri yolu açmak ve bir de bizde çocuk eğitimi ve ahlâk yolu pek yüzüstü bırakılmış olduğundan, onu uyandırıp din ve ulusa bir hizmetten ibarettir. Umarım ki İstanbul'daki kurul çok
  • 77.
    sürmeyip değişir. Ozaman bunun basılması orada pek kolaylıkla olur. (...) Bize iyi gözle bakan zatların hepsine içten sevgilerimi sunduğumu bildirmeğe yardım etmenizi rica ederim. Her halde lütuf ve iyilikseverlik kardeşim efendimindir. Fİ 25 Zilhicce sene 87 Ziya Sadeleştiren: Cevdet Kudret M. Kaya Bilgegil: Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Erzurum 1970, s. 396-398 ZİYA PAŞA Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Temmuz 1974, S: 274, S. 104-108 Mektup Özel Sayısı 77
  • 78.
    ONA DAİR ŞAİR ZİYAPAŞA Ölümünün 72 nci Yıldönümünde Resmi ve hususi hayatını şiirlerine tama- miyle aksettiren şairlerden biri de Ziya 78
  • 79.
    Paşadır. Paşa, memuriyethayatının bütün safhalarında bahtsız ve mustariptir. Onun için: Bi-baht olanın bâğına bir katresi düşmez Bârân yerine dürr-ü güher yağsa semâdan der. Bu sabahki bahtsızlığının acısını ve ıstırabını şiirleriyle tadile çalışır. Duyduğu, söylediği, bizzat yaşadığı hayatın inikas- larıdır. Onu anlamıyanlar, sadece ihtiras- larının mağduru ve mazuru saymak gibi peşin hükme kapılırlar. Paşada filvaki nazarı dikkati çeken bir yukarılık duygusu vardı. İlmine, iktidarına güvenirdi, idari kabiliyeti inkâr edilemezdi. Devlet idaresini ellerinde tutan muasır- larının kendisinden üstün meziyet ve iktidar sahibi olduklarını kabul etmezdi. Onlarda icaplara uymak, yani bir nevi uysallık vardı. Bunun için mevkilerini tahkim edebiliyor- lardı. Aleyhlerinde tecelli eden hâdiseleri
  • 80.
    fevre uyarak incelemekistemez, biraz da zamandan istifade, etmek isterlerdi. Zamanı, gelince de harekete geçmeyi bilirlerdi. Onların kışın uyuyan, yazın sokanları da vardı: Mâr-ı sermâ-dîdeye Rabbim güneş göstermesin! Paşanın kalemindeki iktidara, nefes aldırmayan hicivlerine karşı onların da ekran arkasında rolleri, hele bir zülfikar gibi kullanmak istedikler dedikoduları vardı. Paşa cepheden hücum eder, onlar arkadan hançerlerdi. Horatius, keder atımızın terkisine binip bizimle beraber gelir der. Istırap Paşanın atının terkisinden inmemekle kalmadı, Paşa atsız, resmi adsız kaldığı zaman dahi onu bir gölge gibi takip etti. Paşanın Esad Muhlis Paşa'ya ait olduğunu söylediği, hakikatte ismi edebiyat tarihlerine geçmemekle beraber başlı başına bir kıymet
  • 81.
    olan ve gençdenecek yaşta veremden ölen Ali Âlinin şu rengin ve zengin beyti sanki biraz da Ziya Paşa için söylenmiştir: Neşve tahsil ettiğin sağar de senden gamlıdır Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfurdan Ziya Paşanın şiirlerinde o ahları, hiddeti, şiddeti, isyanı, tevekkülü, tahakküm ve tehekkümü tamamiyle hissedersiniz. Bazan mihnet ve haksızlık karşısında bir sabır stajı yapmak ister ve o zaman şöyle der: Sabr et ister isen hüsn-ı mükâfat Fikr eyle ne zulm eylediler Yûsûf’e ihvân Bazan kendini her türlü cefa ve belâya karşı metin göstermek ister biraz mütevekkil olur, ümidlenir ve o zaman da şöyle der: Nâmerd olayım çerhe eğer minnet edersem Cevrinle ben keder etsem mi sanursun
  • 82.
    Allaha tevekkül edeninyâveri haktır Nâşâd gönül bir gün olur şâd olacaktır. Sonra içini bir nevi huzura götürmek ister, başka bir hükme varır ve hasmın sitem ve cevrine karşı şöyle haykırır: Bir gün gelecek sen de perişân olacaksın Ey gonce bu cemiyeti her dem mi sanursın? Sonra hislerini birden mahmuzlar ve hasımlarının bitmiyen tezvir ve iğvaları karşısında bunalır, ellerini semâya kaldırır ve Tanrı’ya şöyle hitap eder: Zalimleri adlin ne zaman hâk edecektir Mazlumların çıkmadadır göklere âhı Ziya Paşanın muarızlarına hücumda haklı veya haksız olduğu üzerinde durmıyacağız, bu ayrı bir mevzudur. Paşanın yaşadığı müddetçe mustarip olmasını hazırlıyan iki büyük hatâsı vardı: Biri hakikî dostlarını
  • 83.
    tanıyamaması, dost sandığıbedhahlar makûlesine açılması, ikincisi de ağzında bakla ıslanmamasıdır. Şimdi söyliyebiliriz ki Zîya Paşanın çektikleri biraz da dilindendir. Şairi ve devrinin mücadeleci fakat her mücadelesinde bir az daha mağlûp ve mağmum düşen devlet adamını hayatından çıkaralım. 1825 de İstanbulda dünyaya geliş, devrinin rüştiye tahsili, buna hususî tahsil ilâvesi, genç yaşında Divan Edebiyatı son temsilcileri Leskofçalı Galip, Hersekli Arif Hikmet, Nevres, Yenişehirli Avni, Üsküdarlı Hakkı ile temas, bunun neticesi harabat âlemine düşme, Mustafa Reşit Paşanın onu bu hayattan kurtarması, otuz yaşında Mabeyn kâtipliği ve Fransızca öğrenmek, Sadrâzam Âli Paşaya karşı o tarihten başlamak üzere vaziyet almak, zaptiye müsteşarlığı, Atina sefirliği, Kıbrıs muta- sarrıflığı, Bosna teftişi, Meclis i Vâlâ azalığı,
  • 84.
    daavî nazırlığı, Amasyamutasarrıflığı, hakkında tahkikat açılması, Caniğe nakil, Parise seyahat için Âli Paşadan izin istemek, buna mukabil tekrar Kıbrıs mutasarrıflığına tayin emri, bu vazifeye gitmemek, Yeni Osmanlılar Cemiyetine iltihak, Prens Mustafa Fazıl Paşanın teklifini kabul, Namık Kemal ile Parise firar, Hürriyet gazetesinde Âli Paşaya hücumlar, Âli Paşanın ölümünden sonra İstanbula dönüş, tekrar vazife, tahkikat azil, Abdülâzizin hal’inden sonra maarif müsteşarlığı, Suriye Valiliği, Adana Valiliği, üzüntü ve hastalıklar ve 17 Mayıs 1880 de Adana'da elli beş yıllık dağdağalı bir hayatın ebedî sükûna kavuşması... Birkaç gün daha yaşasaydı yine bir talih- sizlik yüzünden perişan olacak, mühür- darının yaptığı yolsuzluklar kendisine isnat edildiği için yeni bir tahkikat ile karşıla- şacaktı. Zira Paşa öldüğü gün müfettiş Hacı Akif Efendi de tahkikat için Adana'ya geliyordu. Hazin bir tecelli!..
  • 85.
    Devlet adamı.. Şair.. ZiyaPaşayı devlet adamı ve şair olarak iki ayrı bölümde incelemek lâzımdır: Devlet adamı Ziya Paşa, vazifesinin ehli; müdir ve muktedirdir, fakat müdebbir değildir. Lüzumsuz mücadele için cidal açar. İkbalde biraz mağrur ve mütehakkim. idbarda tamamiyle âsi ve mütehakkimdir. Kendisine müteveccih bütün kötülüklerin Âli Paşadan geldiğine kat’iyetle inanmıştır. Bu, onda sabit bir fikir halindedir. Âli Paşayı rüyasında görse uykuya bile lanet eder. Ziya Paşa hür fikirlidir, zekidir, fakat düşmanlarının kurnazlığını mağlûp etmek için zekâsını vasıta yapmak tenezzülünde bulunmaz. Sabır ve tahammül Ziya Paşanın idare hayatında en uzak dostlarıdır. Bunun için hayal kırıklıkları, ruhi ihtibaslar Ziya Paşayı zaman zaman sarsar, şair Paşa o zaman kalemine sarılır, yazar, yazar,
  • 86.
    mısralarında hayatının saatlerinisaymak mümkündür. İşte devlet adamı Ziya Paşa budur. Şair Ziya paşada biz üç Ziya Paşa görüyoruz: 1 — Paşa divanı ile orta halli bir divan şairi durumundadır, yalnız gazelleri onu bu durumdan biraz kurtarır, zira onlarda sosyal mevzulara şöylece bir temas vardır. 2 — Terkip ve terciibentleri ile Ziya Paşa hakikaten kuvvetlidir. Terciinde şark felsefesi, İslâm görüşü, Batı zihniyeti aralarında köprü kurmaktadır. Bu eserinde bazı felsefî serpintiler var fakat bunların hepsini bir araya getirseniz felsefî bir görüş ve düşünüş bulamazsınız. Ziya Paşa yalnız bir yelkenli ile felsefe kıyılarından geçmiştir. 86
  • 87.
    Paşa terkibinde: "Eysaki can mayası olan ve itâbe uğrayanların aklına huzur ve sükûn veren içkiyi getir. O içki kemal sahibi olanların gönlüne cilâ olur, pişkin olmıyanların aklına da ziyan verir" mânasına gelen mısralarla başlar. Ziya Paşa terkibinde tasavvufa iltica eder, İslâm tarihinden söz açar, âdil ve zalimleri anlatır, cehalet, zulüm ve zulmetten şikâyette bulunur. Terkipte dil ve fikir kuvvetlidir. 3 — Üçüncü Ziya Paşayı Zafername adlı kasidesi ile tahmisinde ve şerhinde görüyoruz. Âli Paşa 1868 de Girit isyanını bastırmağa memur edilmişti, bu vazifede muvaffak olamadı, üstelik Belgrat da Sırplara verildi. Âli Paşanın başarısızlığı. Ziya Paşa için bir hiciv mevzuu oldu. Kin ve adavetin nasıl şaha kalkabileceğini kasidenin ve tahmisinin mısralarında görmek mümkündür. 87
  • 88.
    Hürriyet ve meşrutiyetiçin çalışan Ziya Paşa apayrı bir şahsiyettir, 0nun bu yoldaki çalışmalarında isabetleri kadar hatâları da vardır. Paşanın telif ve tercüme eserlerinden burada ayrıca bahsetmek istemiyoruz. Zira bu eserler Ziya Paşanın şahsiyetine büyük bir şey ilâve etmemişlerdir, Zafername ve şerhinin 1908 de basılan nüshasının kabında Ziya Paşanın güzel bir resmi ve resmin altında da şu kıt’ası var: Cism i zârım hâkte pinhân olunca isterim Bir zaman olsun Ziya âlemde nâmım pâydâr Siyretim asâr-ı hâmemden kılınsun içtihâd Suretim bu resm ile kalsun cihanda yadigâr Ölümünden bu yana yetmiş iki yıl geçti. Ziya Paşa Tanzimat edebiyatının kuvvetli şahsiyeti olarak bugün de yaşıyor, hem adı, amansız hasım bildiği Âli Paşanın adından
  • 89.
    daha çok zikredilerek!.Ziya Paşanın hayatta mağlûp edemediği düşmanını acaba zaman mı mağlûp etti dersiniz?... 3. 6. 1952 RİFAT NECDET EVRİMER Taha Toros Arşivi, 1640810 89
  • 90.
    ŞAİR ZİYA PAŞA'NINSON GÜNLERİ Şair Ziyaya dair bir çok yazılar yazılmış ve kitaplar çıkartılmıştır. Fakat bunlar ne de olsa paşanın umumî ve resmî hayatı ile edebiyattaki mevkiini tayinden ibaret eserlerdir. 90
  • 91.
    Fakat müdhiş birhastalığın musallat olduğu hayatının son günleri, Adana vilâyetindeki ölmez eserleri ve her an yaşayan hatıraları çoğumuzun meçhulüdür. Yılların unutucu ve nankör varlığına bunların teslim edilmesine hangi gönül razı olur. İşte bu düşünce ile onu iki yıl süren valiliği ve Adanada yaptığı işler hakkında yaptığımız uzun tetkik geçen senenin bu günlerinde (Türksözü) sütunlarında on nüshada tefrika edilmişti. Bu yıl da büyük Şairin son günlerini kısaltarak okuyucu- larımıza sunmayı bir vazife bildik. Ziya Paşa ciğerlerinin yarasile Adanaya geldiği zaman kendisini kısmen edebiyattan uzaklaştırmıştı. Hastalıkla geçen günlerinin verdiği ıstırabı yenmekle uğraşıyordu. Denilebilirki derin ve felsefî fikirlerini mısralaştırmakta hiç bir engel tanımıyan bu
  • 92.
    büyük şair, Adanavaliliği sırasında hemen hemen şiirlerle uğraşamadı. Fakat hastalığiyle boğuşan benliği yine de güzel sanatların yaratılmasına amil olmaktan geri kalmadı.. Yazmadı; fakat söyledi.. Anlattı... Yaptı.. Belki pek az söyledi: Fakat bu azın içinde çoğu anlatabildi. Yarım asır evvelki devrin taassubunu bir zincir gibi boynuna geçiren cemiyetin küflü pencerelerini nurlandırmakta şair Ziya hakikaten bir "ziya" oldu. İçindeki yenilik ve sanat aşkını açığa vurmak ve tatbik etmek için Adanayı müsait buldu ve birçok dedikodulara ve hücumlara, saraya şikâyetlere rağmen yılmadı; tuttuğu yoldan dönmedi. 92
  • 93.
    Zaten onun yaratılışıda yaptığını bırakmaz ve söylediğini yapar bir insan meziyetini taşıyordu. Sırası gelince anlatılacağı gibi güzel sanatlardan tiyatroyu Adana sahnesine o getirdi. Garbi ve medeniyeti yalnız dili ve dini başka olduğu için ebedî bîr düşman addeden o günün zihniyetine bir darbe indirdi. Ve her memurun Fransızca öğrenmesi için hükümet konağında bir dershane açtırdı. Uçsuz , bucaksız Adana ovasından (Seyhan) nehrinin sessiz akışına o susmadı.. Yağmur- suzluktan ve kuraklıktan ektiklerini bile biçemiyen çifçinin göz yaşına o da ağladı . Fennî kanallar açtırarak Seyhanın (Çukurovayı) sulamasını ve buraya verilen (Altınova) vasfının bihakkın yaşatılmasını istedi . Bir kanal projesine teşebbüs etti . Fakat bu emeline kavuşmadan öldü.
  • 94.
    Yağmur duasına çıkanları- Seyhan Nehrini göstererek - ince bir şâir zekâsiyle ve nüktesiyle takbih etti. Elli yedi yıl evvelki Anadoluyu düşünürseniz paşanın tiyatroyu ve garp lisanını yaşatmak hususundaki yeniliğinin kaldırılır bir hareket olamıyacağını takdir edersiniz. O Paristen dönünce bilgisi , görgüsü artan mütefekkir sıfatiyle bir şeyler yaratmak istiyor, fakat içindeki alevlerin pek azı kıvılcım halinde mutaassıbların kafalarını süngülüyordu. Asıl değerli alevleri, hastalıkla boğuştuğu gecelerin karanlığında sönüp gidiyordu. Paşa hastalığa karşı mütehammil görünüyordu ki son iki yılki ömrünü sırf bu anud tahammülüne verenler çoktur . İçinde bir çok şeyler kaynayan fakat hastalığı ve muhiti dolayısiyle pek az iş
  • 95.
    yaptığından öfkelenen şâirson günlerde bu içtimaî arzularının ikmalini göremediği için sinirlendi. Hattâ o kadar ki hükümet konağındaki odasına girebilenler, büyük bir korku ile bu işe teşebbüs ederlerdi. Şâiri hastalığı belki o kadar üzmezdi fakat yaratmak istediği yeniliklerin pek azını yapmağa muvaffak olduğu için içinden yaralandı. O, memleketin dertlerini derin gözleriyle incelemiş ve bu yaraları sarmağı içten istemişti. Son aylarda bilgisini böyle işlere hasret- mişken ömrü bunları başarmağa kâfi gelmedi ecel onun en hassas yerine pençesini attı. Nihayet bir gün yeni adımlar attırdığı Adananın ılık havası içerisinde binlerce kişi onu Ulucami mezarlığına göz yaşları yalnız Türk edebiyatının büyük üstadına , değerli bir ahlâk ve terbiye hocasının kaybına değil,
  • 96.
    aynı zamanda yenilikbayrağını çeken bir başın yokluğu için dökülüyordu. Büyük şâir öleli bu gün elli yıl oluyor. O gündenberi hatıralarının bir yazı haline sokmağı sonsuz bir zevk olarak benimsedik, bu acı satırlar aynı zamanda o feylesof şâirin ince ruhunu yad edebilirse duyulacak kıvanç cüretimizin çok üstünde olacaktır . Adanaya 1844 yılından itibaren eyalet valileri tayin edilmeğe başlamıştır. İlk eyalet valisi Arif Paşadır. Arif Paşadan Ziya Paşaya kadar yirmibir Vali değişmiştir. Ziya Paşa Adanaya geldiği zaman Adana defterdarı Hakkı, Mektupçü Nazım, merkez naibi Haydar, müftü Sadık, idare meclisi azaları da Hacı Mustafa Fazlullah, Ahmet Tevfik, Ermeni mümessili Artin, Katolik mümessili Kegork, mektubî kalemi mümeyyizi Admi, Ticaret mahkemesi reisi Hilmi idi.
  • 97.
    O devirde Adanadaüç tanınmış şair vardı. Bunlar Yegenağa zade Hakkı, Hacı Nuri, ve Hacı Talib zade Mustafa idi. Bu şairlere çocuk yaşta olmakla beraber zaman Ziya Paşaya kuvvetli bir hicviye yazıp Paşanın takdirini kazanan Adanalı şair Ziyayı da ilâve edebiliriz. Bu şairler Ziya Paşayı Bozantı nahiyesinin yakınındaki (Hayvabeyi) hanında Adana mümessillerile birlikte karşıladılar. Evvelâ şair Mustafa heyecanla kudumiyetini okumuştur. Bu kaside okununca Paşanın yorgunluktan sinirli yüzü yumuşamış ve kudmiyeyi bir kere de kendisi eline alarak içinden okumuş sonra şairini takdir ve tebrik etmiştir. Paşanın bu iltifatından cesaret alan diğer şairler de kudumiyelerini okumuşlarsa da aynı teveccühü bulamamışlardır. Bundan muğber olan Hakkı derhal şehre gelerek
  • 98.
    büyük duvarlara iriharflerle "Ziyası kalmadı mülkün gelince paşası" şeklinde bir kıta yazdırmıştır. Ziya Paşa bu kıtaya sinirlenmiş ise de epcetle kendisinin Adanaya tayin tarihi çıktığı için şairini tecziye etmemiştir. Ziya Paşanın Adanada ilk işi hapisaneyi teftiş etmek oldu. Gülek nahiyesinde halkı dalâlete sevk suçuyla dört senedenberi hapisanede bulunan Hoca İbrahim Rüştü ve avenesini huzuruna çağırdı Ziya paşa. Hoca ile dinî bir münakaşaya girdi ve sonra onu ve avenesini salıverdi. Gülekli İbrahim Rüştü o sıralar seksen yaşında vardı. Toroslarda 70 - 80 sene evvel onun şöhreti bir evliya şöhretine yakındı. İstanbulda, Mısırda, Mekke ve Medinede uzun müddet müderrislik yapmış ve kuranı nazmen Türkçeye çevirmişti. İbrahim Rüştüyü Ziya paşa Gülek nahiyesine salıverdikten sonra bunun binlerce halkı
  • 99.
    delalete düşüreceğini tahminederek nahiyeye tam teşkilatlı bir mektep açtırmak suretiyle halkın tenevvür etmesini tensip etti ve bu hâdiseyi Babialiye bildirdi. Derhal İstanbuldan muallimler gelmişti.. Ziya Paşa Adanada ilk defa tiyatro binası yaptırarak kumpanya getirtti. Ve halka sahne zevkini tattırmak için memurların tiyatroya devamını mecburi kıldı. Fakat bu tiyatro uzun müddet yaşamadı. Ziya Paşa aynı zamanda memurlara mahsus Fransızca kursu açtı ve lisanın ehemmiyetini onlara anlatan toplantılar tertip eyledi. Paşanın her yeni hareketini benimsemiyen muhalif kafalar vardı. Bunlar - yukarıda da izah edildiği gibi - Ziya Paşanın huzurunda tenkidde bulunmazlardı. Şairin hilkatı ve asabiyeti buna müsait değildi. Muhalifler yalnız kahvelerde toplandıklarında bu yeni fikirli Şair Valinin aleyhinde atıp tutarlardı. 99
  • 100.
    Ziya Paşa memlekettemuhalif partileri susturmağa, mütegallibeleri darbelemeğe ve her aykırı hâdiseyi yatıştırmağa çalıştı. Her fırsatta bunlara güzel dersler vermekten, darbeler indirmekten hâli kalmıyordu. Bir zamanlar Şair Hakkının hicivleri ağızdan ağıza dolaşmıştı. En nihayet Hakkı aynı zamanda Hamid idaresini hiciv eyleme- sinden dolayı da susturulmuş ve İstanbula sürgün edilmişti. Böyle bir baştan mahrum kalan muhalifler mutlak surette Ziya Paşayı asabileştirmek ve yeni hareketlerinin önüne geçmek istiyor- lardı. Bunun için de çocuk denecek bir yaşta bulunan Adanalı Şair Ziyayı yakalayıp bir hicviye yazdırdılar. Nihayet Şair Adanalı Ziya yazdığı kudretli hicviyesini bir gece Paşanın evinin kapısına atarak kaçtı. 100
  • 101.
    Sabahleyin kapı önündebulunan bu kâğıt parçası Vali Şair Ziya Paşaya verildi. Öfkeli bir çehre ile imzası meçhul hicviyeyi okuyan şair derhal zabıtaya bu cüretkârın bulun- masını emreyledi. Memleket birbirine karıştı. İki gün devam eden sıkı bir araştırma yapıldı. Kahveler ve toplantı yerleri basıldı. En sonra bir ip ucu yakalanarak hicviyeyi yazan Adanalı Ziya bulundu. Bir sabah suçlu sıfatiyle Adanalı Ziya Vali Şair Ziyanın huzuruna çıkarken yiyeceği kuvvetli tokatları düşünüyordu. Titreyerek içeri girdiği zaman Şair Ziya Paşa Adanalı Ziyayı süzdü. Ve hicviye yazılı kâğıdı göstererek : - Bunu sen mi yazdın küçük? dedi. Aldığı cevap:
  • 102.
    - Evet benyazdım... oldu. Bu cevabı veren genç o anda ceza olarak ana yurttan sürgün olarak uzaklaştırılacağını veya senelerce hapishane köşelerinde çürüyeceğini tahmin ediyordu. Fakat hiç te umduğu gibi bir netice çıkmadı. Şair Ziya Paşa: - Aferin evlâdım.. Sende büyük bir istidat var. dedi. Ceza yerine takdir alan ve bu neticeden afallaşan Adanalı Ziya ellerini uğuşturmağa başladı... Vali derhal şu teklifi de ekledi: - Seni tahsil için İstanbula gönderirsem gidermisin? Kabiliyetini burada körletme... 102
  • 103.
    Bunu Paşanın ağzındanişitmek inanıl- mıyacak bir definenin bulunuşu idi. Karşısmdakinden ölüm, darbe bekliyen Adanalı Ziya bir iki gün sonra Vali Ziya Paşa tarafından Îstanbula tahsile gönderildi. Ziya Paşa nafıa işlerine de çok ehemmiyet verdi. Şimdiki köprünün sağ ve solunda korkuluklar yoktu, onları ilâve eyledi. Misis köprüsünü tâmir etti. Karataş şosesini yaptırırken yarım kaldı. Ziya Paşanın ölümü: Vazifesindeki gayretinden hasıl olan yorgunluk Paşayı çek sarsmıştı. Eski rahatsızlığı ilerlemişti. 1880 yılının Mayıs başından itibaren evinden çıkmadı. Uzun ihtimamlara rağmen kurtulamadı.. Ve 17 Mayıs 1880 de öldü. Adanalıların göz yaşları arasında Ramazan-
  • 104.
    oğullarının yaptırdığı meşhurUlu cami mezarlığına gömüldü. Aynı mezarlıkta 1871 yılında Adana Valisi iken ölen Süleymaniyeli Ahmed Paşanın da mezarı bulunmaktadır. Ziya Paşanın Adana Valiliği bir sene on bir ay ve yirmi yedi gün devam etmiştir. Mezar taşı: Ziya paşa 17 Mayıs 1297 (1880) yılında ölmüştü. Bazı edebiyat kitapları Paşanın Bursada öldüğünü ve oraya defnedildiğini yazmak gibi bir hataya düşmüşlerdir. Şem- seddin Sami, İbrahim Necmi, Tahirilmevlevi dahi hataya düşenler arasındadır. Pek yakın bir devirde ölen şairin mezarının önünden hâlâ Adanada her sabah binlerce kişi geçmektedir . Ve mezar taşı çarşıya karşıdır. Ölümünün Bursa ile hiç bir alâkası yoktur. 104
  • 105.
    Ziya paşanın öldüğüzaman Türkiyede bulunan şairler ölümüne tarih yazama- mışlardı. Bu hâdise çok garibtir. Düğünler, doğumlar ve daha küçük hâdiseler için bir çok beyitler yazıldığı bir devirde koca şairin ölümü için bir tarih bulunamaması cidden acıdır! Bu sebebledir ki mezar taşında şu satırları görüyoruz: "Adana Vilâyeti valisi Abdulhâmid Ziyaeddin Paşa merhumun fazlü kemali âsarile müsbet ve ulüvvi kadrini beyan ve tavsifte zebani üdebayı zeman bi kudret ve tarihi vefatını nazımda şuarayı benamı Osmaniyan izhari aciz ve hayret eylediklerinden 97 senesi cemaziyel âherinin 8 inci pazartesi günü gülşen sarayı bakaya azimet eylediklerini vilâyeti mezkûre vergi müdürü Esseyid Hasan Riza nesren bu veçhile tahrire içtisar eyledi." 105
  • 106.
    İşte bu mezarkitabesi bize o devir şair- lerinin acizlerini anlatmaktadır. Bunun hem Adana, hem edebiyat namına bir noksan addeyleyen Adanalı Kâf zade Yusuf İzzet , Ziya Paşa'nın ölümüne güzel bir tarih tanzim eylemiş, hattâ belediyede bunun merhum şairin mezar taşına yazılması teklif edilmişti. Fakat bugüne kadar böyle bir iş yapılmış değildir. Mamafih mezar taşına nesren yazılan kitabe, ölüm yılında yazılmış ve şairlerinin acizlerini de göstermiş olması itibariyle ayrıca bir değer kazanmaktadır . Bu yüzden eski kitabeyi bozmak hiç te doğru olamaz. Edebi bir hâdisenin pozu demek olan o nesir kitabenin müstakbel nesil tarafından eski şekli ile görülmesi edebî şeniyete daha uygun olacaktır. 106
  • 107.
    Mamafih Adananın eskibir muharriri olan Kâf zade Yusuf İzzetin bulduğu tarihin de ayrıca bir değeri vardır . Bu kıta da edebiyat müntesibleri tarafından unutulmamalıdır . Dedim mucemle tarihi üfulün Ziyası gitti vallahi zemanın TAHA TOROS Taha Toros Arşivi, 517089 107
  • 108.
    ZİYA PAŞA Tuhaf birraslantı Ziya Paşa diye ün salmış olan şairimizin kafa kâğıdında yazılı adı Abdülhamit Ziyaettin’dir. Padişah Abdül- hamit, şair Abdülhamit’e çok çektirmiştir. Bazı şairler vardır, şiirlerindeki dizeler birer atasözü imiş gibi dilden dile dolaşır. Ziya 108
  • 109.
    Paşa, işte bunlardanbiridir. Köken olarak Erzurumlu oluyorlar, ama Ziya Paşa İstanbul doğumludur. Babası, Galata Gümrüğü kâtiplerinden Ferdettin Efendi Erzurum- ludur. O zaman gümrük kâtibi olmak, bugünün gümrükçülüğü gibi bir şey olacak ki ailenin hali vakti yerindedir. İlk öğrenimini Bayazıt Rüştiyesi’nde yapmış, bununla yetinmeyerek özel öğretmenlerden Arapça ve Farsça dersleri almıştır. Şairliğe çok küçük yaşında Âşık Garip, Âşık Kerem, Âşık Ömer, Aşık Gevheri gibi halk şairlerinin şiirlerini okuyarak heves etmiştir. Bu hevesini ‘Harabat’ın sözünde şöyle belirtir: “Onbeşte değildi sünnü salim / Kimi nazm ile vardı iştigalim / Mevzun söze can verirdi güşum / Eş’ar okusam giderdi huşum." Daha on beşinde yokken şiirle uğraşmaya başlamış. Şiire öylesi tutkunmuş ki uykusu
  • 110.
    geldiğinde bir şiirokudumu hemen açılırmış. Âşık Garip'i okuyor, Âşık Kerem’e yanıyor, Âşık Ömer’i okuduğunda da onun ‘uçkur’ sözüne şaşıp kalıyor. Divançeme onları yazardım Mümkün olsa taşa kazardım Kim şi’rime atsa tane taşı Uğrardı benimle derde başı Hicv idi muarıza cevabım Şemşir-i zeban idi kitabım. Şanslı ve korunandır; gencecikken ‘Babıâli Sadaret Mektubî Kalemi’nde görev almıştır. Burada döneminin edebiyatçılarını ve ilerde başbakanlığa kadar yükselecek olan yönetici gençleri tanımış, arkadaşlık etmiştir. Reşit Paşa tarafından Sarayda ‘Mabeyn Kâtip- liği'ne atanmıştır. Bu görevinde Padişah Sultan Aziz’in özel söyleşilerinde bulunacak kadar sevilmektedir. 110
  • 111.
    Genç yaşta padişahsöyleşilerine katılmak ne demektir? Ali ve Fuat paşalar bu ilişkiyi çekememişler, padişaha gammazlamışlar, görevinden uzaklaştırmışlardır. Biraz şu bu görevlerde oyalanmışsa da bir daha padişah katına yanaştırılmamıştır. 1867 yılında Kıbrıs mutasarrıflığına atanmışsa da gitmemiş, çok sevdiği Namık Kemal ile birlikte Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nın desteği ile Avrupa’ya kaçmıştır. Padişah Abdülaziz’le arası iyiyken söyleşir- lermiş. Güreşe meraklı, pehlivan yapılı, bir oturuşta bir kuzuyu bana mısın demeden gövdeye indiren padişahla acaba ne konu- şurlardı? O ne derdi, öteki ne yanıt verirdi? Bir yazan olsaydı öğrenirdik. Abdülaziz Fransa’ya gittiğinde Fransız hükümeti ülkesinde siyasal göçmen olan Ziya Paşa’yı ve Namık Kemal’i sınır dışı etmiş, onlar da Londra’ya sığınmışlardı. Londra’da padişah kalabalığın arasında iki
  • 112.
    fesli adam görür:"Bunlar kim?" diye sorduğunda mabeynci, "Mısırlı.." diye geçiştirir. Acaba padişah yutar mı? Abdülaziz’in ölümünden sonra Murat’ın tahta çıkışında mabeyn başkâtipliğine yeniden getirildi. Bu görevi, Murat’ın tahta çıkışında parmağı olduğu için vermişlerdi. Ancak bu görevde çok kalamadı, Namık Kemal’in Magosa sürgününden alınmasını istediği için uzaklaştırıldı. Murat’tan sonra tahta geçen Abdülhamit, bunların hepsini biliyordu. Şairle hem iyi geçinmek istiyor, hem de el altından nasıl kurtulacağını hesaplıyordu. İlk işi onu vezir rütbesiyle Suriye valiliğine göndermek oldu. Burada üç buçuk ay kaldı. Bu kez başarı sağlayamadı diyerek, Konya valiliğine gönderdiler. Abdülhamit’in Abdülaziz’i tahttan indi- renlere kini ve öfkesi bitmiyordu. Şairi
  • 113.
    Konya’dan alıp bukez Adana’ya vali atadı. Bu sırada Paşa ya değil de Paşa’dan yakınanlara kulak verdi. Yakınmaları ince elemek sık dokumak üzere bir kovuşturma kurulu gönderdi. Bu kurulun yetkileri ara- sında Paşa’yı gerekirse işten uzaklaştırma da vardı. Yönetimde uzun yıllar saç sakal ağartmış olan Paşa, bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirdi. Bir kıyıya çekildi. Çok içiyordu, siroza yakalanmıştı, bir süre sonra öldü (1880). Mezarı Adana’da Ulu Camii avlusundadır. Her dizesi birer özdeyiş, birer atasözü gibi geçerli olan Ziya Paşa’nın taşlamasından kimse yakasını kurtaramaz. Dili keskindir, taşlaması bağış tanımaz. Hicivleri yenilir yutulur gibi değildir. MEHMED KEMAL Cumhuriyet, 7 Mayıs 1985, S. 8 113
  • 114.
    ZİYA PAŞA Ziya Paşa’nınvefalı torunlarından biri, bu değerli Tanzimat edibinin doğum gününü tesbit etmiş. Paşa, bundan 130 yıl evvel, bir 13 şubat gününde doğmuş. Ben bu vesikayı görmedim. Fakat böyle bir haber vesilesiyle Ziya Paşa’yı, hele onun bazı güzel sözlerini hatırlamakta özel zevk duyuyorum. 114
  • 115.
    Gençliğinde bir Divanşairi olarak yetişen Ziya Paşa, bu büyük edebiyata onun yıpranmış hattâ yıkılmış bir devrinde başlamıştı. Divan edebiyatı artık büyük âlimler elinde değildi. Zira Divan şiirinin belli başlı şairleri aynı zamanda devirlerinin kudretli âlimleridir. O şiir, geniş bir ilme dayanmadan büyük şiir olamazdı. Bu, yarı şifahi yarı kitabî bir ilimdi. Okunan ve duyulanların hafızalarda sağlam kayıtlar halinde yaşaması özel bir hâfıza terbiyesine dayanıyordu. Fakat bu tarzın ne de olsa yanıldığı zamanlar vardı. Nitekim Ziya Paşa vesikalara dayanmak ve mutlaka en doğruyu söylemek endişesine düşmezdi. Uzun zaman Avru- pa'da bulunmasına rağmen temas ettiği mühim mevzulara fazla nüfuz edemeyişi bundandır. Türkçeyi üç dilden mürekkep bir "karma lisan" sanması; tamamiyle millî bir buluş ve söyleyiş olan "şarkı" tarzını, hele 115
  • 116.
    onun bilhassa Nedimtarafından söylenmiş hârikulâde yerli ve millî bedialarını milliye- timize yabancı sayması bu zihniyetin icabıdır. Bununla beraber devrimizin bu noktalarda hâlâ aydınlanmamış zihniyetleri yanında o mevzuları o kadar hassasiyetle ele alan Ziya Paşa yine ne kadar büyüktür. Geçenlerde Adana lisesinden bir okuyucum, Paşa'nın Şiir ve İnşâ makalesindeki bir noktaya takılmış, haklı bir tenkitte bulun- muştu. Dokunduğu nokta Ziya Paşa’nın, bizim şiirimiz "Hoca ve Itri gibi mûsikî - şinâsânın rabt-ı makamât eyledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır? Hayır.." cümlesidir Genç okuyucum: Hoca, XIV.; Itrî, XVII.; Nedim, XVIII.; Vâsıf ise XIX. asırlarda yaşadıklarına göre, gerek Hoca gerek Itrî nasıl olur da Nedim’le Vâsıf’ın şarkılarını bestelemiş olabilirler? diyordu.
  • 117.
    Haklıydı; Ziya Paşao cümleyi her bakımdan karışık söylemişti. Paşa’nm cümlesi ancak "Hoca’ların, Itrî’lerin açtıkları yollarda yetişen mûsikîşinaslarımızm besteledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları" şeklinde anlaşılırsa doğru olabilir. O da yalnız cümle bakımından.. Yoksa fikir ve görüş olarak Nedim şarkılarını millî saymamak, hele Ziya Paşa için elbette büyük haksızlıktır. ***** Ziya Paşa, bütün Tanzimat yazarları gibi bizde büyük bir devri açan insanlardandır. Onlar çok çalışkan, çok meseleli, o kadar ki meseleler içinde bunalmış kimselerdi. Çeşitli konularda o kadar gayretle ve hassasiyetle çalışırken aksayan tarafları olmuşsa, bunlar, onların büyük hamlelerine bağışlanacak pürüzlerdir. Hele "mukayeseli edebiyat" metodunun Avrupa’da bile ne kadar yeni
  • 118.
    olduğu düşünülürse, ZiyaPaşa daha da masum görülebilir. ***** Fakat Ziya Paşa, aynı çağlarda: "Milyonla çalan Mesned-i izzette ser-efrâz Birkaç kuruşû mürtekibin câyı kürektir" gibi, yahut: "Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde" gibi her zaman, her yerde geçer akçe olabilecek, kuvvetli sözler söylemiş bir fikir sanatkârıdır. Ziya Paşa için, gerçi büyük şâir demek kolay değildir. Şiir, esasen asırlar içinde çok nâdir söylenmiş bir dil, ruh ve san’at cevheridir. Fakat Ziya Paşa gibi devrinin lisanına
  • 119.
    kuvvetle hâkim birfikir adamı olmak, milletinin lisanında atasözü değeri kazanan; dillerde hâfızalarda yer etmiş, fırsat düştükçe söylenir, manzum nükteler, hikmetler yaratmak, ve bunun için lisanın türlü inceliklerinden kolayca faydala- nabilmek de yine çok az sanatkâra nasip olmuş, bir büyük meziyettir. Ziya Paşa’nın manzum hikmetler halinde söylediği beyitlerdeki fikirler çok kere yeni ve ibdâî değildir. Fakat değerli sanatkâr, tarihin birçok kuvvetli fikirlerine devrinin duyuş, görüş ve düşünüşü içinde yenî ve sağlam bir lisan vermek kudretini göster- miştir. Ata sözü haline gelmiş beyitlerinin zengin bir demet halinde toplandığı meşhur Terkîb-i bend’inde sözler, çok defa bu söylediğim özelliktedir. Bununla beraber yazarın zaman zaman aynı beyitlere gizli bir lirizm kattığı ve: 119
  • 120.
    "Cânan gide, rindandağala, mey ola rizan Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde?" gibi, şiir iklimlerine yücelmiş hisli mısralar söylediği de vardır. Tıpkı bunun gibi: "En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?" tarzında dile gelmiş bir zekâ, târîz ve hücum beytinden sonra birden yumuşayarak, aynı sitem lisanını: "Bir gün gelecek sen de perişan olacaksın Ey gonce bu cem’iyyeti her dem mi sanırsın?" şeklinde, güllerin, goncaların geçici ömür- lerinden ve hazin bir sonuca varacak güzelliklerinden dem vurur bir söyleyişe yöneltmesi hayli güzel sürprizlerdir. Evet,
  • 121.
    vücut ve onungüzelliği nasıl olsa geçicidir. Ebedî olan ruhtur ve onun güzelliğidir. Dünya güzelleri gibi iktidar sahipleri de bunu hayatlarının veya iktidarlarının baharında anlayabiliyorlar mı? İşte bu mühimdir. ***** Ziya Paşa, bizde bir tefekkür edebiyatı çığırını müjdeliyen şâir Rûhi’nin ve bu müjdeyi çığır haline koyan Nâbi ile Koca Ragıp Paşa'nın Tanzimat yıllarındaki ve Tanzimat atmosferi içindeki kuvvetli devamıdır. Fakat bir çok cepheleriyle yenidir ve yeniliği kuranlardandır. Bu nokta, Paşa’ya ait sözlerimi zamanımızdaki bir yenilik anlayışiyle bitirmemi zarurî kılıyor: Hani Paşa unvanlarının kalktığı, yerine generâl denildiği günlerde bir kısım müf- ritler de tarihi değiştirmeğe kalkmışlardı. 121
  • 122.
    Bu arada gençbir edebiyat hocası bir gün lisedeki son sınıfına girer.. O gün Ziya Paşa okunacaktır. Hoca ilk söz olarak talebesine der ki: - Çocuklar şimdi sizinle Generâl Ziyâ’yı okuyacağız. ***** Bu cümle bizim yenilik anlayışımızın, Ziyâ Paşa devrinden bu yana, ne hedeflere var- dığını gösterir. 20. 2. 1955 NİHAD SAMİ BANARLI Taha Toros Arşivi, 517094 122